Hakk’ın varlığı- halkın varlığı
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi c. l, Âdem Fassı’ndan başlıkta belirttiğim konuda bilgiler aktarmak üzere yer yer alıntılamalar yapacağım.
“Hak Teâlâ hakkında, muhakkak onun için ‘ilim’ ve ‘hayat’ vardır deriz. Dolayısıyla Hak Teâlâ ‘Hayy’ ve ‘Âlim’dir. Ve biz melek hakkında da muhakkak onun için ilim ve hayat vardır deriz. Dolayısıyla o da hayy (diri) ve âlimdir. Ve ilmin hakikati birdir. Hayatın hakikati de birdir. Ve onların âlim ve hayye nisbeti de bir nisbettir. Biz Hakk’ın ilmi hakkında muhakkak o kadîmdir (öncesi olmayan) ; ve insan ilmi hakkında da muhakkak o hâdisdir (sonradan olan) deriz. O halde bu makul hakikatde izâfet ortaya koyan şeye bak! Ve makulât (akıl ile kavranan şeyler) ile hakikî mevcutlar arasında olan bu irtibata bak! Bu durumda ilim, kendisiyle var olan kimse üzerine onun hakkında ‘o âlimdir denilmeği hükm eylediği gibi, onunla vasıflanan kimse de ilim üzerine, sonradan olan hakkında hâdis ve öncesi olmayan hakkında da kadîmdir diye hükm etti. Böylece her birisi kendisiyle hüküm verilen ve hakkında hüküm verilen oldu.
Yani vakit ile kayıdlı olmayan Hakk’ın varlığında ‘ilim’ ve ‘hayat’ vardır deriz. Buna göre Hak Teâlâ ‘Hayy'(Diri) ve ‘Âlim'(Bilen)dir. Ve yine zamanla kayıdlı olmayan melek hakkında da onun ilmi ve hayatı vardır deriz. Bu bilen ve diri olanların ilimdeki ve hayattaki seviyeleri bir olmamakla beraber, ilim ve hayat sıfatları birer tek hakikattir. Ve ilmin âlime ve hayyin hayata nisbeti de birer tek nisbettir. Ancak kendisine ilim ve hayat küllî (tümel) şeyi nisbet olunan mevcutlardan bu tümel şeylere birer hüküm döner. O hüküm de ‘Hakk’ın varlığı kadîmdir. Ve Hakk’ın varlığından ilim ve hayat küllî şeylerine dönen hüküm de ‘kadîm’ hükmü olur. Şu halde, Hakk’ın ilmi ve hayatı kadîmdir deriz. İnsan varlığı ise hâdisdir(sonradan olan). Dolayısıyla insan varlığından bu tümel şeylere dönen hüküm de ‘sonradan olan’ hükmü olur. Bu halde de insanın ilmi ve hayatı sonradan olma deriz. Demek ki küllî şeylerin zuhuru yer hasebiyle oluyor ve mahal onlara bir hüküm veriyor. O halde ey hakikat tâlibi, basîretle bak ki, birer makul hakikatden ibaret olan ilim ve hayat mevcutlara izâfe olunduğunda kıdem (kadim olma) ve hudûsü (sonradan olma) nasıl ihdâs etti (ortaya çıkardı) ; ve madûmattan (yok gibi şeylerden) ibaret olan makulât (akla yatkın şeyler) ile hakikî mevcutlar arasındaki bu irtibâta şaşarak bak! Zirâ yok ile mevcut arasındaki irtibat bir tuhaf iştir. Böyle olunca ilim, ilimle var olan kimse hakkında ‘âlim’ denilmesine hükm ettiği gibi, ilim ile nitelenmiş kimse de eğer kendisi hâdis ise, ilim üzerine ‘hâdis’ ve kadîm ise ‘kadîm’ denilmesine hükm eyler. Şu halde ilim ile âlimden her birisi hem kendisiyle hüküm verilen ve hem de hakkında hüküm verilen olmuş olur.
Ve böylece de kadîm olan Hak varlığı ile hâdis olan halk varlığı arasında irtibat sabit olur.
Dolayısıyla hariçte zuhur için, varlığı vâcib olanın hâdise varlık ifâza etmesi (feyizlendirme), kendisinin zâtî gerektirmesidir. Burada Fütûhât-ı Mekkiyye’den bir alıntı var: ” Bilinsin ki, varlık meselesi Hak ve halktan ibarettir. O varlık hususu ya lem-yezel (zevâl bulmaz) ve lâ-yezâl (zevâl bulmayacak) sırf varlıktır; yâhut lem-yezel ve lâ-yezâl sırf imkân varlığıdır; veya lem-yezel ve lâ-yezâl sırf yokluktur. Sırf varlık ezelen ve ebeden yokluk kabul etmeyen şeydir. Sırf yokluk da ezelen ve ebeden varlık kabul etmeyen şeydir. Sırf imkân ise ezelen ve ebeden bir sebeple varlığı; ve keza bir sebeple yokluğu kabul eden şeydir. O halde sırf varlık ancak Allah’tır, onun gayri değildir. Ve sırf yokluk ancak muhâldir; muhâlin gayri değildir. Sırf imkân ise, ancak âlemden ibarettir ve âlemin gayri değildir. Ve âlemin mertebesi ise sırf varlık ile sırf yokluk arasında vâkidir.
Ne vakit ki hâdisin istinâdı, vâcibü’l-vücûdun zâtî gereğinden ötürü, o vâcibü’l-vücûddan görünür olmakla, O’na oldu; yani hâdis, zuhur etmiş olduğu vacibü’l-vücûda dayandı; bu istinâd, vâcibül-vücûda nisbet olunan her bir isim ve sıfatta, hâdisin o vâcibü’l-vücûdun sûreti üzere olmasını gerektirdi. Yani Allah Teâlâ hazretleri vâcibü’l-vücûddur. İnsan ise hâdistir. İnsanî varlık zuhurda vâcibü’l-vücûda müsteniddir ki, yukarda izah olundu. İşte insan bu istinâd sebebiyle Hakk’ın esmâ ve sıfâtıyla isimlenmiş ve sıfatlanmış oldu. İnsan da bu sıfatlar ile vasıflanmış ve bu isimler ile isimlenmiş olur. Yalnız zâtî vücûb müstesnâdır. İnsan zâtî vücûb ile vasıflanamz, çünkü hâdistir. Kesîfin varlığı latîfin varlığına muhtaçtır. Dolayısıyla hâdisin vacibliği, nefsiyle değil, gayrın varlığıyla hâsıldır. Ve zâtî vücûbda hâdisin adımı yoktur.” ( Bu yazıyı oluşturan alıntılar c.1 / s.146-151 arasındandır.)
No Comments