Hamid Algar’ın Nakşibendîlik adlı eserinden (insan yayınları, genişletilmiş 3. baskı) alıntılar

 

“Şeriat üç kısımdan mürekkeptir; ilim, amel ve ihlâs. Bu üçü mevcut olup gerçekleştirilmedikçe şeriatın ifa edildiği söylenemez. Şeriat ifa edildiğinde Allah (c.c.)’ın rızası gerçekleşir ki dünya ve âhiretteki saadetin tüm biçimlerinden daha üstündür … şeriat hem dünya, hem de âhiretteki tüm saadetlerin teminâtıdır ve insan için şeriattan gayrı ihtiyaç duyacağı herhangi bir nesne bulunmamaktadır … Tasavvuf ehlini toplumun diğer kısmından ayıran tarîkat, şeriatın hizmetkârıdır ve onun üçüncü unsuru olan ihlâsın kemâle erdirilmesi vazifesini görür. Tarikata ulaşmanın amacı şeriata ilâve birşeyler oluşturmak değil, sadece şeriatın kemâlidir… Manevî halleri ve cezbe anlarını bu yolun amaçları arasında hayâl eden ve keşfî tecrübenin bu yolun amaçlarından olduğunu varsayan o basireti kıt kimseler, kaçınılmaz olarak kuruntu ve hayâlin hapsine kapılacaklar ve şeriatın mükemmelliklerinden mahrum kalacaklardır. (dipnot: Mektûbât, I, ss.100-101.)

Tarikat ve şeriat arasındaki ilişkiye dair bu anlayış ve mistik tecrübenin bir amaç olarak geçersizliğinin beyanıyla Sirhindî, Nakşibendiyye’nin Ebû Bekir’den miras aldığı ayıklığı ve Hâce Ahrâr tarafından verilmiş şeriatı tatbike olan amelî vurguyu pekiştirmiştir. (…) Nakşibendîliğin Şî’îliğe karşı duruşunun sebebini, silsilenin başında Hz. Ebû Bekir’in bulunmasında değil; Safevîler İran’da faal bir Şî’î devlet kurduklarında, Nakşibendîlerin gördüğümüz üzere onların zulmünün kurbanları olmasında ve tarîkatın iki büyük kalesi olan doğuda Buhâra’daki Özbek Hanlığı’nın ve batıda Osmanlı Devleti’nin İran’la sürekli bir savaş içinde bulunmasında aramak gerekir. (…) Ülke içinde büyümeye meyyâl bir Şî’î topluluğunun varlığından dolayı Hindistan’daki Sünnîliğin karşı karşıya olduğu tehlikenin bilinciyle Sirhindî, Redd-i Revâfız veya Kavâif-i Şî’a (dipnot: İlk anılan isimle Rampur’da neşredilmiştir, 1384/1965.) olarak bilinen ve Şî’îliğe reddiye mahiyetinde müstakil bir risâle kaleme almıştır. Moğol sarayında Şî’î nüfuzunun azalması, onun üçüncü oğlu ve büyük halefi olan Hâce Muhammed Ma’sûm’un (dipnot: Hâce Ahmad Huseyn, Cevâhir-i Ma’sûmiyye (Lahore, 1342/1923), ss. 18-19.) başlıca siyasî amaçlarından biri haline gelmiş, 12/18. asrın büyük Nakşibendî bilgesi olan Mirza Mazhar Cancânan, Şî’a’ya karşı polemikleri sebebiyle Delhi’de bir Şî’î tarafından katledilmiştir. (dipnot: Gulam Server Lahorî, Hazînat el-Asfiyâ (Lucknow, n.d.),l, s. 686.) Kısa bir süre sonra Şah Veliyullah’ın bir diğer evlâdı Hâce Abdülaziz Dihlevî, tüm Müceddidî hankâhlarında elzem kitaplardan birisi olacak Tuhfe-yi İsnâ Aşeriyye ismiyle bir reddiye kaleme almıştır. (dipnot: Leknev’da neşredilmiş, 1313/1896; Lahore’da yeniden basılmıştır, 1396/1976.) Eserin Farsça aslının Arapça bir özeti, Şihâbeddîn el- Alûsî tarafından 19. asır başlarında yapılmıştır. Hâlen Türkiye, Sûriye ve Irak’taki Nakşibendîler tarafından okunup kaynak alınmaktadır. Şeriata olan vurgudan daha az önem ıtaşıyan Sirhindî ve halefleri tarafından Şî’îliğe bu karşı çıkışın artışı, bununla birlikte Nakşibendî tarîkatında bir diğer faaliyet unsuruna ilhâm olmuştur. (…) “Size iki şey bıraktım; Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beytim” hadisini çağrıştırır bir tarzda Sirhindî’nin Nakşibendîlere veya aslında genel itibarıyla Müslümanlara Mektûbât’ı ve kendi evlatlarını miras bıraktığı dahi söylenmiştir. (dipnot: Muhammed Murad el- Menzelevî, Tercemet Ahvâl el-İmâm er-Rabbânî (Mektûbât’ın Arapça tercümesinin sayfa kenarlarında (Mekke, 1316/1898), II, s. 86.)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked