Hamid Algar’ın “Nakşibendîlik” adlı kitabından (Çevirenler: Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar,Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek; insan yayınları, birinci baskı 2007,genişletilmiş 3.Baskı-dijital- 2012) alıntılar

 

“(…) Sadeddîn Kaşgârî’nin müntesibleri arasında, Nakşibendiyye üzerine birkaç risale kaleme alan şair, âlim ve mutasavvıf Abdurrahman Câmî ve Çağatay Türk edebiyatının hakikî kurucusu ve aynı zamanda Câmî’nin de dostu olan Ali Şîr Nevâî sayılabilir. Hatta denebilir ki, bu devrede Herat’ın parlak kültürel hayatının bütünü Nakşibendî himayesi altında ayakta kalmıştır.”(s.34)

“(…) Hem Hâce Muhammed Parsa hem de Abdurrahman Câmî, İbn Arabî‘nin eserinin şerhlerini kaleme almışlar; Ahrâr da herhangi bir husumet emaresi göstermeksizin vahdet-i vücûd doktrinine birkaç atıfta bulunmuştur. (…)” (s. 36)

“Zikrin uygulayıcısının ideal durumu Câmî tarafından şöyle tasvir edilmiştir: Kişinin zikirle meşguliyeti öyle olmalıdır ki, o şahsın yanına oturan birisi, onun durumundan tamamen habersiz olabilmelidir.” (s. 128)

“(…) Bahaeddin Nakşibend, bir seferinde kendi tarîkatını ‘sohbet tarîkatı’ olarak tanımlamıştır. Hattâ birçok Nakşibendî müellif, sohbeti zikirden bile daha etkili görmüşlerdir. (…) Hâce Bahaeddin Nakşbend’in şöyle dediği rivayet edilir: ‘Bu tarikatta birçok ilhâma nâil olmada çok az bir ibadet kâfidir.’ (…) Çok yerinde bir teşhis ile İbn Arabî’nin de dediği gibi: ‘Olağan olanın içinde kalmak sûretiyle olağan olanın dışına çıkmaktadırlar.’ (s.139)

“Lârî’nin dediğine göre, Câmî kendisini diğer insanlardan farklı göstermek istemezdi; bu nedenle, her ne kadar içten yalnız olmak istese de insanların arasına karışırdı, ve Lârî’ye ‘insanlardan farklı olmamak ve dikkatleri üzerine çekmemek için’ daima zahirî bir işle meşgul olmasını tavsiye ederdi.” (s.141)

“Câmî, Nefehâtü’l-Üns adlı eserinin girişinde, Melâmetîleri sûfîlerle karşılaştırmaktadır. Melâmetîlerin nefsin suçluluğu üzerindeki ısrarları bir çeşit ontolojik düalizme benzemektedir; öyle ki nefsi Tanrı ile karşı karşıya getirmektedir ve bunu indirgenemez bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Bunun sonucunda Melâmetî’nin ulaşabileceği en yüksek mertebe ihlâs olabilmektedir; böylece ihlâs Melâmetî’nin ulaşabileceği en yüksek mertebe gibi görünmektedir; o durumda nefs yeteri kadar tasfiye olur. Oysa Tanrı’nın müşahedesinin mahlukat örtüsü ve nefis bilinci ile örtülmediği sûfîler ‘muhlas’tırlar; Melametîler ise ancak ‘muhlis’tirler.

“İbn Arabî’nin hemen hemen evrensel bir yayılıma sahip olan öğreti ve kavramlarından etkilenmeyişi bakımından Nakşibendi tarîkatının istisnaî bir durum teşkil ettiği genelikle kabul edilir. Bu yanlış anlayışın temelinde yalnız konuyla ilgili metinleri tanımama değil, aynı zamanda hem Nakşibendi tarîkatının değişmez mahiyetini hem de şeyhü’l-ekber’in eşsiz dehasını anlayamama yatmaktadır. (…) Nakşibendiyye ile İbn Arabî arasında var olduğu düşünülen bu hayal ürünü karşıtlık, belki de daha genel bir anlamda tüm İslam tarihi boyunca tasavvuf ile şeriatın tamamen zıt kutupları temsil ettiğini ısrarla savunan görüşten kaynaklanmıştır. Nakşibendî geleneğinin eksen şahsiyetlerinden biri olan Müceddid Şeyh Ahmed Sirhindî’nin, İbn Arabî tarafından ortaya konulan belirli bazı düşünceleri münakaşa ettiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak bunu bir tür tereddütle yapmış ve büyük üstâda duyduğu yüksek saygıyı önemle belirtme konusunda elinden geleni esirgememiştir. (…)” (s.148)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked