Hamid Algar’ın Nakşibendîlik isimli kitabından alıntılar
Genişletilmiş 3. Baskısı (dijital) insan yayınlarından 2012’de çıkmış olan ve yazarıyla İstanbul’da ilk defa üniversite öğrenciliğim yıllarında (1966-67) tanıştığım, görüştüğüm, daha sonra Erzurum’da üniversite’de asistanlığım sırasında (1970’li yılların başlarında) yine rastlaşıp görüştüğüm Hamid Algar‘ın bu kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Peygamber’den sonra Nakşibendî silsilesinin ilk halkası, Nakşibendîlere göre sadece Peygamber’in ilk ve seçkin bir halifesi olmayıp ayrıca eşsiz bir manevî makam sahibi bir şahsiyet olan -peygamberlerden sonra insanların en iyisi- Ebû Bekir es-Sıddîk’tır. Nakşibendîler bu görüşü destekler mahiyette birçok hadisi örnek gösterirler; en çok da “Rabbimin göğsüme akıttığı hiçbir şey yoktur ki ben de Ebû Bekir’in göğsüne akıtmış olmayayım.” Bu göğüsten göğüse geçiş, tasavvuf yolunun özü ve metotlarının bahşedilmesine bir atıf olarak alınmıştır. Nakşibendîler ayrıca Peygamber’in bedenen semaya yükselişine ani ve sorgusuz imanı sebebiyle, bizzat peygamber tarafından kendisine mükâfat olarak verilen sıddîk lakabında özel bir önem keşfederler. Müceddid Şeyh Ahmed Sirhindî (v. 1034/1624) -ileride ele alacağımız hayli önem sahibi bir zât- meşhur Mektûbât’ında şöyle yazmıştır: “Sıddîk makamı kudsiyetin en yüksek mertebesidir; çünkü hemen üzerinde nübüvvet makamı bulunur. Peygamber’e vahiyle gelen ilim sıddîk’a ilhâm yoluyla âşikâr olur ve iki ilim arasındaki yegâne fark onların ilmi alış tarzlarında yatar. Sıddîkın altındaki herhangi bir makam kaçınılmaz olarak kimi esriklik (sarhoşluk) emâreleri taşır; sıddîk makamında tamamıyla bir ayıklığa sahip olunmaktadır. Sıddîk’ın statüsünün bu şeklindeki izahından sonra, sahâbeler arasında sıddîk lakabıyla isimlenen yegâne kişi olan Ebû Bekir tarafından tayin edilen inisiyatik (şahsî teşebüsle ilgili) geleneğin ulvî mükemmelliği söz konusu olur. Bu husus ayrıca Nakşibendiyye’nin kendine has ayıklığı, şeriata sıkı sıkıya bağlılığı ve gösterişten uzak duruşunun, Nakşibendî geleneğin ana kaynağı olan sıddîktan tevârüs ettiği bir husûsiyettir.
Nakşibendiyye, kökenlerini Ali b. Ebî Tâlib’e dayandıran diğer tüm tarîkatlardan kendisini ayırır. (…), Bekrî soy gururla vurgulanır. (…) Alevî soydan ziyade Bekrî soya olan bu ısrârın büyük sonucu sesliden (cehrî) ziyade sessiz ( hafî) zikre olan bir vurgu olmuştur. Bu vurgu Nakşibendiyye’nin ayrı bir tarikat olarak billurlaşmasında önemlidir. Denmiştir ki cehrî zikir öğretimi ilkin Peygamber tarafından Ali’ye verilmiş ve O’ndan da, O’nu silsilenin başı sayan manevî evlatlarına yayılmak üzere nakledilmiştir. Buna mukabil hafî zikir hicret esnasında O ve Peygamber’in sığındıkları mağarada Ebû Bekir’e verilmiştir. Bu olaya işâret eden âyet (9:40) “Sonra Allah sekînesini (esenlik) ona gönderdi” ifadesini içerir ve bu esenlik Allah’ın huzuruna ulaşmanın ilâhî olarak bahşedilen bir metodu olarak hafî zikre bir atıf olarak görülür. (…) Ali’nin Sünnî bâtınîlikteki statüsü, Şî’a’nın O’na atfettiği konumdan farklı olsa da; Şî’îliğe telmih (îmâlı söz) olan O ve nesline olan kimi adanmışlık tavırları birçok tarîkatta özellikle yedi/on üçüncü ve müteakip asırlarda görülecektir. Nakşibendiyye tamamıyla olmasa da geniş ölçüde bu tavırların duhûlünün dışında kalmıştır. Aslında Nakşibendiyye’nin, Şî’îliğe karşı sarih husûmetiyle tarîkatlar arasında tek olduğunu söyleyebiliriz. Bu husûmet sadece Bekrî soydan değil, ayrıca Nakşibendiyye’nin Sünnî dünyada ilk yayılışının İran’daki faal bir Şî’î devletin yükselmesiyle ve Şî’î İran ve Sünnî komşuları arasındaki mezhep çarpışmalarının asırlar boyu belirleyiciliğiyle tesadüf ettiği gerçeğinden de neş’et etmektedir (meydana gelmektedir). (…)
Şimdiye kadar Ebû Bekir’in önemini açıklamağa çalıştık ve Ebû Bekir’in silsilenin başındaki varlığı, Nakşibendî tarîkatının genel özellikleriyle uyum arz etmektedir. Buna mukâbil Bâyezîd-i Bistâmî’nin mantığa aykırı tavırları ve teopatik sözlere (şathiyye) olan meyli tamâmen Nakşibendiyye’nin ağırbaşlılığıyla çelişen esriklik hâlindeki bir sûfî arketipi olarak görülmektedir. Ancak esriklikle birlikte, Bâyezîd’le ilgili anlatılan kıssalarda Nakşibendî uygulama ve öğretilerinin belirgin özelliklerini ifade eden unsurlar tefrik edilebilir. (…) Bununla birlikte Bâyezîd’in şahsı ve fiilleriyle sonraki Nakşibendî geleneği arasında tam bir uyum aramak bizi yanlışa sevk eder. (…)
Silsile, Tayfuriye olarak Ebu’l-Hasan Harakânî, Ebu’l-Kâsım Cürcânî ve Ebû Ali Fârmedî’den Hâce Yûsuf Hamedânî (v.536/1141)’ ye dek devam eder; Hâce Yûsuf Hamedânî’yle tarîkatı tarîkatı Hâcegân ‘hâcelerin yolu’ ismini alır. Silsiledeki Hemedânî’den önceki şahsiyetler tasavvufun ortak mirasının bir bölünü oluşturur; ancak o ve torunları sadece Nakşibendiyye silsilelerine dâhildirler ve Yesevîyye tarîkatıyla yakından ilişkilidirler. Hemedânî sanki farklı bir manevî gelenek başlattığının altını çizer gibi, Irak’tan yedi nesil sonra Nakşibendiyye’nin tamamen belirginleşen bir tarîkat olarak başlangıcının meydana getirdiği bölge olan Mâverâünnehir ve Horasan’a göç etmiştir. (…) Hulefâ-i Râşidîn dörtlü yapısının açık bir taklidi olarak Hemedânî dört halef tayin etmiştir. Bunlardan ikisi önem arz eder; Yesevîyye’ye ismini veren Ahmed Yesevî (v.562/1167) ve Nakşibendiyye silsilesindeki ikinci halka olan Hâce Abdulhâlık Gucduvânî. Nakşibendiyye silsilesi yoğun bir şekilde halkı Farsça konuşan ve İslâm kültürünü tamâmen benimsemiş bölgelerde büyürken; Yesevî halkasının ya sathî ya da hiçbir şekilde İslâmîleşmemiş Orta Asya’da ki Türk halklarına yönelerek Nakşibendiyye’den kendisini ayırdığı söylenmektedir. Bir noktaya kadar bu ayrım fena değildir ve Yesevî tarîkatının ilk dönem şeyhlerinin ‘Türk Şeyhler’ olarak ifade edildiğini görmekteyiz. Ancak Yesevî edebiyatının hatırı sayılır bir çoğunluğu, onuncu/onyedinci Asra kadar Farsça kaleme alınmıştır; bundan hareketle Farsça konuşan şehir sâkinleri arasında bir Yesevî varlığı çıkarımında bulunabiliriz. Bunun zıddı olarak Nakşibendiyye tüm büyük Türk halkları, biraz daha hızlı olarak da Özbekler, Tatarlar ve çok geçmeden de Türkmenler, Kazaklar ve Kırgızlar arasında nüfûzunu genişletmiştir. İki tarîkat arasındaki temel ayrım noktası etnik tesir olmayıp zikir metodunda yatmaktadır. (…), Gucduvânî hafî zikri tercih etmiş ve bunu nihaî olarak Bahâeddîn Nakşbend’e nakletmiştir. (…) “
No Comments