“Hayal, akıl gücü ve Tanrı’nın iradesi”
Prof. Dr. Ekrem Demirli‘nin SÛFÎ KİTAP’tan çıkmış ŞAİR SÛFÎLER / MEVLANA, YUNUS VE NİYAZİ-İ MISRÎ ÜZERİNE İNCELEMELER isimli kitabından yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Nazarî (kuramsal) ve amelî (pratik) kısımlarıyla topyekûn bakılınca tasavvuf bir nizam veya yapı-bozumu olarak tezahür eder: tasavvuf bir yapı-bozum sürecidir. İnsanın kendisine güvenli bir yer açabilmek üzere inşa ettiği nizamın ve yapının -ki aslında mağara– bozulup Allah’a bağlanmakla varlığın anlamının keşf edildiği selbî (olumsuzlukla ilgili) eylemdir tasavvuf! (…) Bu işleviyle insan aklı -öteki hayvanlardan ayrışarak- eşyayı (şeyleri) ‘tanımlayabilen’ varlık olarak kendini korumak istemiştir. İnsan önce varlığını anlamak ister. Bunun için var olmayı, zorunlu ve mümkün kısımlarıyla varlığın türlerini ve var olma tarzlarını idrak eder. Zorunlu varlık, mümkünün yani insanın varlık ilkesidir; ‘her şey, bizatihi mevcut olan zorunlu sebebiyle var olmuştur’ neticesine ulaşmakla insan aklı nihai hakikate ermiş sayılır. Zorunlu ile mümkün arasındaki nedensellik bağı âlemdeki her şeyi birbirine bağlarken, daha önemlisi, varlıktaki nizamın sebebi ve kurucu ilkesi olur. Bu nizamda her şey birbirine bağlıdır ve her şey ötekiyle doğrudan veya dolaylı iletişimdedir. Bunu insan zihninin inşa ettiği ‘varlık görüşü’ olarak ifade edelim. Bu varlık anlayışını ortaya koyarken bir bilgi görüşü ortaya çıkar. Hangisinin önce geldiği konu değil! İster varlığı ister bilgiyi önceleyelim, her ikisi arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır. Varlık ve bilgi görüşünü temellendirirken insan, merkezde akıl vardır ve insanın ‘nâtık (düşünen) varlık’ olması bu varlık-bilgi anlayışının dayanağıdır. Sonra bu varlık anlayışına bağlı bir eylem ve ahlâk ortaya çıkar. İnsan kendisi için zorunlu varlığın varlık tarzını ve o tarza götüren eylemleri benimsenince, ‘ahlâk’ dediğimiz değerler kümesi ortaya çıkar Zorunlu ile mümkün arasındaki irtibatı esas olan bir metafizik anlayışa dayalı ahlâk, insanın kendisini zorunlu varlığa yaklaştırıcı eylemlere göre yönlendirmesi demektir. (…) Bireysel olarak insanın varlık dünyasını inşa etmesiyle bir cemiyetin inşası farklı süreçlerde fakat aynı maksatla ortaya çıkar. Her hâlükârda insan aklı kendi imkânlarıyla bir varlık anlayışı geliştirmiş, buna bağlı olarak bir ahlâk görüşü kurmuş, her ikisi birden sâbit nizam ve varlık görüşüne dayandırılmıştır: özne insan!
Tasavvuf insanın kendi varlığını muhafaza etme sürecinin karşısına nizam-yapı bozucu olarak tebarüz eder. Önce varlık anlayışını ortaya çıkaran nizam bozulur! İnsanın kendini merkeze alarak inşa ettiği varlık anlayışı, onun kendisini tanıma sürecinde bir başlangıç noktası olabilir. Lâkin insanın özne olduğu bu süreç, hiçbir şekilde doğru (yeterli) bilgi vermez! Sûfiler insanın varlığını ispatladığı Allah inancının insanı nasıl dönüştürdüğünü açıklamak üzere ‘fena’ anlayışını geliştirdi. Tamâmen bir ‘bozma’ süreci olan ‘fena’ görüşünü anlamak üzere Cüneyd-i Bağdâdî’nin bir sözünü hatırlamak gerekir: “Hâdis (zamanlı varlık) Kadîm’e (öncesi bilinmeyene) yaklaşırsa, ondan geride bir iz kalmaz.” Tasavvufun nizam bozuculuğu derken kasdettiğimiz tam da budur. Sûfîler Allah’a yaklaşmaktan, O’nu tanımaktan
No Comments