“Hayatımın meşguliyeti diye bildiğim şiir yazmağa kendimi keşfetmek için başladım.”

 

İsmet Özel‘in TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR kitabından (TİYO, Aralık 2019 I. Baskı) yapacağım yer yer alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Ömrü toz duman içinde ilerilere ulaşmış beni görebiliyor musunuz? İnsan ve insanlık endişesi arasından bu kadar uzun zaman geçmeseydi belki mümkündü bu. Oysa şimdi artık beni görebilmenin ihtimal dâhilinde olduğu hiç makul görünmüyor bana. (…) Battım. Batışım sebebiyle ahlayıp vahlamaya niyetim yok. Tevekkül başımı dik tutuyor. Yine de konuşmaktan caymıyor, batışım şık bir batış oldu diyorum. Batmak pek mi hoşuma gitti? Ne münasebet. Sadece hâlimdeki mesuliyet yükünün tamamının üzerimde bulunduğunu vurguluyorum. (…)

Şiir yazma işinden kendimi uzak tutarak ne büyük acılarla tanıştığımı anlatacak gücüm yok. Aram şiirle çok iyiydi. Gençliğimin ilk yıllarında ele geçirdiğimi sandığım dokunulmazlık alanımdı şiir. (…) Kim ne yaparsa yapsın ben şiirle bağımı koruyarak kendi alanımda hüküm ferma idim. Ele geçirdiğimi sandığım deyişim başlangıçta o dokunulmaz sahanın bana bahşedilmiş olduğu şuurundan mahrum kalışımdandır. Şiir yazmaktan geri durarak dokunulma, dokunulabilme, değiş tokuşa konu olma belâsına rıza gösterdim. Nankörlük mü bu yaptığım? Olmasın isterim. Sadakat olsun, şükran olsun. Bu hissiyat içinde daha önce bir Kırk Hadis tertibine emek verdiğim vakidir. Şimdi ise aynı hissiyata koşut olarak Homeros’tan Karl Marx’a Şiirin Türk Tarihi‘ni yazıyorum. (…)

Kendime baktırmağa çabalamışsam (her insan yapıyor bunu) yaptığımı bir sefere çıkmışlığımı kanıtlamak için yapmadım. Hangi çeşidi karşıma çıktıysa bir gezintiye meraklanmak ise bana göre değildi. (Bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil eden cümlenin yeri burası). Niçin keşfedecektim kendimi? Keşfe değer olup olmadığım, uyduruk bir nesne olup olmadığım kafamı kurcalıyordu. Ben de başkaları gibi insan mıydım? (…) Sahicilik bende var mıydı? Elime yakıştırdığım şiir vasıtası insanın keşfine yarayacak mıydı?

Şiir yazma disiplinini benimsemekle kafamdaki bütün suallerin cevabına varma yoluna koyuldum. Sefer değildi çıktığım, gezinti değildi. Olsa olsa bir seyahat olabilirdi bu. Kendi seyahatim, keyfimce tertiplediğim bir seyahat. Ne cenk, ne seyran… Seyahat sırasındaki faaliyetimi câzip bulanlar oldu. İyi ki oldu. Olmasaydı ne ben bu satırlara emek verecektim, ne de siz bu yazdıklarımı okuyor olacaktınız. (…) 1962-63 yıllarında, yani yegâne uğraşımın şiir yazmak olacağı kararına vardığım günlerde şiiri ciddiye almak, şiirden haberdar olmak toplum hayatının işleyiş tarzıyla rabıtalı bir tavır gerektirmiyordu. Şiire yakın duranlar ne Kierkegaard’ın Hıristiyanlığında, ne Kafka’nın Yahudiliğinde bir anlam bulma heveslisiydiler; ama şiire nefes aldıran şeyin bu ikisinin neye müptela oldukları idüğünü biliyorlardı. Ben de biliyordum. Seyahatimin gâyesi bu idi. Bundan başka bir şey için seyahate çıkmaz idim. Bunsuz seyahate çıkmam imkânsızdı.

İnsan ve insanlık endişesi… Bu ikisi arasından çok zaman geçti ve ben sizden kendime mahsus seyahatin notlarına göz atmanızı istiyorum. Geçen zamanın bir güzergâhı var. Zaman geçiyorsa hep insanla insanlık endişesi arasından melek kanatlarıyla geçiyor. Bu geçişlerin bir vaktinde Hıristiyan takvimine göre yıl 1963’tü ve doğumu Hicrî 1363’e denk gelen ben şiirin imkânı ile bir fırsatı yakalama arifesindeydim. Peşine düştüğüm fırsat fiilen bilinip tanınan insan varlığıyla insanlık endişesi arasındaki mesafenin kapatılabilme fırsatıydı. Ne olduğumu, kim olduğumu, nerede ve hangi hangi zamanda bulunduğumu bilmek, öğrenmek istiyordum. Nasıl olacaktı, ne türden bir vasıtayla olacaktı bu? Beni bilgiye götürecek yolu sonuna vardırmama yetecek azığım var mıydı? Türkiye’de yaşayan bazı insanlar eleştirilerini şöyle şakalar yaparak dışa vuruyorlardı: -Bir manav niçin yılda iki apartman dikemez? -Sattığı meyve ve sebzelerin yarısı çürür de ondan. Türk halkının cebinin para görmüş ve görüyor olması bazı birilerini müthiş rahatsız ediyordu. Bu bazı birileri bütün rahatlarını halkın karşısında laik bir blok halinde hareket etmekten temin ediyorlardı.

Kimlere halk deniyordu ve kim halk olarak adlandırılmağı hak ediyordu? Halk olmama tercihinde bulunanlar bir haklılığı temsil ediyorlar mıydı? Bilmek istiyordum. Şiirin beni davet ettiği bilme mesleği heyecan veriyordu. Üstelik dünyada bilmeği meslek kılan bir uğraşı alanı yoktu şiirden başka. (…) Görebildiğim kadarıyla Kur’an beni tasvip etmiyordu. Bana, bilgi uğruna her şeyini fedaya muntazır bana kucak açan şiirden başkası değildi. (…) Şiir bir imkândı. Annemin intizâr kelimesini niçin kullandığının sırrını çözemiyordum. (…) Hâsılı kelâm: Annem çocuklarına intizâr etmeyin derken muhatabınızın veya hasmınızın başına kötü bir şeyin gelmesini beklemeyin, zira sizlerin müminlerden, duası kabul olunan zevattan biri olma ihtimaliniz vardır demiş oluyordu. Dehre sövmemeliydik. Bana kucak açan şiirin beni tekellüflü değil, tekeffüllü bir hayata sürüklediğini biliyordum.

Bilmediğim şey Türk şiirinin olanca takatinin tükenmiş olduğuydu. (…) 1950 yılı Türk milletinin kendi başında kimlerin bulunmasını istemediği iradesini beyan ettiği yıl idi. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked