Hayrettin Karaman hoca ne diyor?

 

İslâm dini ile ilgili bir bilim adamı olarak ülkemizde adı en fazla duyulmuş (tanınmış) kişilerden biri olan Prof. Dr. Hayrettin Karaman, “Tarikat tuzağı” başlıklı yazısıyla başlayan bir yazı serisini sürdürüyor. Bu seriden ikinci yazısının başlığı “Şeyh mi âlim mi?” idi. Dünkü üçüncü yazısının başlığı da şöyle: “Kulun varlığı ve ibadeti”.

İlk yazıya bir iki alıntı sunarak kısaca değinmiştim bir yazımda. İkinci ve üçüncü yazılardan da birkaç alıntı sunmayı ve çok kısa olarak izlenim (intiba) belirtmeyi yeterli görerek takdiri o yazıları ve bunları okuyanlara bırakıyorum.
Önce ikinci yazıdan alıntılar:

(…) Belli bir döneme kadar İslâm’ı öğreten şahıslarla, İslâmî eğitim veren, insanlara İslâmî faziletleri kazandıran şahıslar aynı idi. Tasavvuf hareketi doğunca kısmen de olsa öğretme ve eğitme kurumları birbirinden ayrılmaya başladı. Giderek birinci işi medreseler ve mektepler, ikincisini ise tekkeler üstlenmiş oldu. (…) Bunlar birbirine sıcak baksa ve yekdiğerini tamamlasa idi mesele çıkmayacaktı. Durum böyle olmadı, iki kurum arasında rekabet ve mücadele başladı, biri diğerini küçümsedi, küçümsemenin de ötesinde suçladı, ittiham etti, dışladı. Bu kavga hâlâ sürmese idi bu yazının konusu da olmazdı.
(…)

Bize göre sahih İslâm (ilim yoluyla öğrenilmiş ve yaşanılan Müslümanlık) ile sahih tasavvuf (İslâm’ın yaşanılması ve bazı özel yetiştirme usûlleri ile elde edilen bilgi ve fazilet) arasında fark olamaz. Fark ve tutarsızlık görüntüsü varsa kusur, ilme dayalı İslâm anlayışında ve yaşantısında değil, tasavvufa dayalı İslâm anlayışı ve yaşayışındadır. Uyarak kendini düzeltme vazifesi de tasavvufa düşer.

(…) Ancak tarikatsız âlim ile tarikatlı cahil arasında kalan Müslümana benim tavsiyem, “kesin olarak âlime gitmesi, âlimin dediğini tutmasıdır.”
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

Şimdi de üçüncü yazıdan alıntılar:

(…) Sûfîler varlık ve yaratma konusunu açıklamaya teşebbüs etmişler ve iki temel açıklama getirmişlerdir. Bunlardan birine göre “yalnız Allah vardır, Allah’tan başkasında varlığın kokusu bile yoktur, görünen ve bilinen mâsiva Allah’ın isim ve sıfatlarının yokluk aynasına yansımasından ibarettir, hasılı “her şey O’dur: heme ûst”.
Diğerine göre “her şey O değildir, O’ndandır: heme ezûst”. Bu “O’ndan oluşu izah etmek için de “asıl varlığın gölgesi (zıl) ifadesini kullanmışlardır.
Şah Veliyyullah’ın dediği gibi bu açıklamaların ikisi de bir kapıya çıkar.

Sûfîler bu iki görüşü açıklamak için ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır, ama bana göre yaratmanın sırrını (nasıl olduğunu), Allah ile mâsivâ arasındaki varlık ilişkisini açıklamaya muvaffak olamamışlardır. Keşke tasavvuf, felsefeden etkilenerek bu konulara girmese, başta olduğu gibi, Hz. Peygamber’de kemalini bulmuş olan İslam ahlakını telkin, temsil ve temessül ile meşgul olmaya devam etseydi!
(…)
Hesap gününde şeriatın zahirine aykırı sözler söylemiş ama davranışlarında şeriattan zerrece sapmamış olan sûfîler yakayı kurtarabilirler, ama onların itikadı ve ameli bozuk mukallidleri kurtulamazlar. (…)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

Olabildiğince kısa tutarak, nâçizâne izlenimimi belirteyim; yukarıda dediğim gibi takdir o yazıları ve bunları okuyanlara kalıyor.

Hoca, sadece günümüz ve özellikle ülkemiz ile sınırlı olarak düşünce ve görüş açıklasaydı daha farklı algılanabilir ve değerlendirilebilirdi yazdıkları. Öyle bir bakışı olmadığı açık. Gelmiş geçmiş tüm tasavvufa bakıyor ve hüküm veriyor. Mesela ilk yazısında “İbn Arabîciler” ifadesi vardı. İbn Arabî’ye hiç mi gönderme yok o ifadede?
İkinci yazısında bir ayrım var: “İlme dayalı İslâm anlayışı ve yaşantısı, tasavvufa dayalı İslâm anlayışı ve yaşayışı”. Geçmişte hangi büyük mutasavvıf veya ârif, velî böyle bir ayrım yapmış? Veya Hocanın yaptığı bu ayrımda onlardan hangisini konumlandırmak mümkün? Mesela İbn Arabî’nin ve Sadreddin Konevî’nin eserlerini bugün tercümelerinden okuyoruz. Şeriata bağlılıkları açıkça ifade ediliyor. İlmi inkâr mı ediyorlar, küçümsüyorlar mı? Hayır. Onlar hem âlim hem ârif. O eserleri okuyanlar da anlayışları, kavrayışları sakat veya bozuk olmadıkça sapmayacaklardır.
“Uyarak kendini düzeltme vazifesi de tasavvufa düşer.” gibi üst perdeden ve genel ve geleneksel olarak tasavvufu suçlayıcı bir değerlendirme var.
Son yazısındaki şu ifade de yine genel olarak ve gelmiş geçmiş sûfileri başarısız olarak değerlendirici bir yaklaşımı yansıtıyor:
“Sûfîler bu iki görüşü açıklamak için ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır, ama bana göre yaratmanın sırrını (nasıl olduğunu), Allah ile mâsivâ arasındaki varlık ilişkisini açıklamaya muvaffak olamamışlardır. Keşke tasavvuf, felsefeden etkilenerek bu konulara girmese, başta olduğu gibi, Hz. Peygamber’de kemalini bulmuş olan İslam ahlakını telkin, temsil ve temessül ile meşgul olmaya devam etseydi!”
Bu derecede iddialı bir tespite veya değerlendirmeye Hocanın nasıl cesaret edebildiği ister istemez geliyor akla.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked