“Her bir mevcûdun, ‘ulûhiyyet’ mertebesinden aldığı hisse ve nasib, ancak kendisinin özel Rabbi olan bir isimdir, ve o mevcûdun Allah’a irtibâtı, o isim aracılığıyladır.”
Muhyiddin İbn Arabî ‘nin (m.1165-1240) Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin Tercüme ve Şerhi’nin (Ahmed Avni Konuk /m.1868-1938) günümüz Türkçesiyle yayına hazırlanarak yayınlanmış ciltlerinden (Prof.Dr. Mustafa Tahralı-Dr. Selçuk Eraydın) ikincisinin bir bölümünden, ilki başlığı oluşturan (s. 138) ve sonra hemen onu izleyen satırlardan yer yer alıntılamalarla devam eden bir yazı (s.139-140)
“Ve o ismin ‘eseri’, o mevcûd olduğundan, onun görünür sûretidir. O ‘isim’ o mevcûdun bâtını ve hakikatidir. Gerçi her bir mevcûd, âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın mazharıdır (zuhur yeri). Fakat bu mazhariyyet var olanlardan her birinin mutlak rubûbiyyetten mazhar olduğu özel ismin nitelediği rubûbiyyet dolayısıyladır; yoksa ulûhiyyet mertebesinin kapsadığı esmânın tümüne mazhariyet her bir mevcûd için imkânsızdır. Bu mazhariyet ancak ‘kâmil insan’a mahsustur. Zira kâmil insan esmâ-i ilâhiyyenin tümünü toplayan “Allah” isminin mazharıdır (zuhur yeri). (…)
Velâkin ilâhî ahadiyyette kimse için kadem yoktur. Zira biri için ondan bir şey vardır; ve diğeri için de ondan bir şey vardır denilmez; çünkü o ‘kısımlara ayırma’yı kabul etmez. O halde O’nun ahadiyyeti potansiyel durumdaki tüm esmânın toplanmışıdır.
Bilinsin ki, ahadiyyet mertebesinde isim de resim de yoktur. Bu mertebeye verilen ‘mutlak varlık’ ismi, fehimlere anlatmak için konulan bir özel terimden ibarettir. Dolayısıyla bu mertebede fiilen sâbit olmuş bir varlık yoktur. Ne kadar nisbetlerle ve varlıkla ilgili çokluk varsa, cümlesi O‘nda topluca kabiliyet ve güç (potansiyel) hâlindedir. Ve ilâhî isimler birbirinden ayrılmış bir durumda değildir; ve hepsi O‘nun aynıdır. Ve ahadiyyet zâtı parçalanır olmadığından, bir parçası falan ve bir parçası da falan şey içindir denemez. Dolayısıyla “Allah” ismi ile adlanmış olan zâtın ahadiyyeti, O’nda potansiyel hâlde bulunan isimlerin tümünün toplanmışıdır. Zîrâ yukarıda beyân olunduğu üzere esmâ ile bütündür
(…)
O hâlde Şeyh(r.a.) hazretleri (M.İ.Arabî) yukarıda her bir mevcûdun bir özel Rabbi olup o mevcûdun mutlak rubûbiyetten nasibi, ancak o özel isim olduğunu belirtmişti. Şimdi de var olanlardan her birisinin, kendi özel Rabbi olan isme göre saîd (ebedî saadete ermiş) olduğunu ve her bir mevcuddan özel Rabbi Râzî bulunduğunu beyan buyururlar. Ve mevcûdâtın, kendi özel Rab’lerinin doğru yolu üzerinde nasıl yürüdüklerinin Hûdî Fassı’nda açıklandığı belirtilmiştir.“
No Comments