“Üç Zor Meselenin Dibacesi”
İsmet Özel‘in ÜÇ ZOR MESELE Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma (TİYO : 2, İsmet Özel Kitapları: 2 Eylül 2014 II. Baskı TİYO Yayıncılık’tan I. Baskı: İstanbul, Şubat 2014 Yeni Edisyon 2. Baskı TİYO ) kitabının, bu yazının da başlığını alıntı olarak teşkil eden başlıklı bölümünden (s.11-20) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazının ilk bölümünü oluşturacak. Ondan sonraki bölüm ise kitabın “Her Türlü Medeniyete Karşı” başlıklı bölümünden (s.227-229) yaptığım bazı altılamalardan oluşuyor.
ÜÇ KULHÜVALLAHÜ BİR ELHAM ÜÇ ZOR MESELENİN DİBACESİ
“Bir girişim adına kendi canına kıymağa kalkışan insanın hazin gayesi iç burkucu. Bu kişi nerede, hangi çağda yaşamış ve kimin nesi olursa olsun onun gayesine ulaşamadığı -yani herhangi birinin intihara teşebbüsü- bizi az veya çok tesir altında bırakacaktır. İçimizde bir şeylerin yerlerini değiştirdiklerini hissedeceğiz. Öyle sanıyorum. Öyle sanmak istiyorum. İnsanlığına müracaat edebileceğimiz bir ‘biz‘ olduğuna inanmak istiyorum. Hele ki, okumağa niyetlendiğiniz satırların benim akım kalmış teşebbüsümü nakletmeğe yaramasını bilhassa istiyorum.”
“Zihnim buluğ çağımdan kırk yaşıma -demek ki, bundan otuz sene evveline- kadar intiharla meşgul olmaktan geri durmadı. Bir saplantıydı bu. Ne yaparsam yapayım kafamdan uzaklaştıramadığım, bana bu geçen müddet boyunca tırnaklarımı ve bıyıklarımın uçlarını ısırtan bir sabit fikirdi intihar; ama şimdi burada bahsettiğim başka bir şeydir. Akim kaldığını belirterek sözünü ettiğim teşebbüs intihar teşebbüsü değil. Tam tersine bu ilginç teşebbüsüm intihar karşıtı bir hususiyete sahip. İntibak teşebbüsü bu. Teşebbüsümün kendine seçtiği hedef geçerli ve yürürlükteki dünyaya nüfuz etmekti. Akim kaldığına artık çok seviniyorum. İntibak edemeyişim çok iyi olmuş. İyi ki içinde heva ve hevesten başka şey bulunmayan, her bucağı kapris yüklü dünya hayatına nüfuz edememişim. Bunu becerememiş olmamın kazanç haneme yazdıkları bana yeter. Ben dünyayı ıskaladım, dünya da beni ıskaladı. Her ne kadar yetişemediysem de, kaçırdıysam da dünyayı; dünya beni kaçıramadı, yetişemedi bana, yakalayamadı beni dünya. O yürürlükte hep kibirle kalan ve o hep zevahiri kurtaranların kurtarışıyla geçerli olan dünya bana bir türlü, hiçbir türlü nüfuz edemedi. Bana teğet geçti dünya, kendini bana isabet ettiremedi.
Sonunda ektiğimi biçtim ve yerimi buldum. Yerim okuduklarının İhlâs ve Fatiha sûreleri olduğunu bilmeyen milletin olduğu yerdi. Bidat ve hurafeyi küçük düşürerek kendi örf ve âdetlerime mensup olma başarısına erdim. Mensup olduğum Türk milletinin himmet için okuduğu üç kulhüvallahü bir elhamdır. Bütün faydayı bu okuduğundan umar. Umduğunu bulur. Milletin içinde bulduğuna kanaat getirmeyen, umduğunu bulunca “keşke Allah’tan başka şey isteseymişim” diyenler vardır. İşte onlar benim katettiğim mesafenin tersi istikametinde ilerleyerek muratlarına erdi. Bunlar öyleleriydi ki kulhüvallahü dediği zaman İhlâs sûresini okumakta olduğunu, ELHAM diye bildiğinin Fatiha adını taşıdığını fark eder etmez ve bilgi namına yeri bu sırada anılan şeylerden haberdar olur olmaz bilgiçliklerini dünyada rahat etmenin mesnedi haline getirmekten fütur etmeyenlerdi. Bilgiçlikten kaçtıkça bilgelik burçlarını muhafaza etmenin imkânlarını heba etti bunlar. Bunlar pazardan ne aldılarsa ihtiyaçlarını gidermek saikıyla almadı; “işime yaramazsa başkasına okuturum” düşüncesiyle alışveriş faaliyetini de ifsat ettiler. Ticaretleri yerindeydi. Kendilerinden daha ahmağını bulma kolaylığı kârlarını artırdı. O uyanıkların müstamel mallarına hep müşteri çıktı. Onların münasebetlerinin cahiliye münasebetleri olduğuna dikkat eden olmadı.
‘Cahiliye devri‘ tabiri karşımıza Asr-ı Saadet adlandırmaları bağlamında çıkıyor. (…) Şahsiyetimizin Müslüman şahsiyeti haline gelmesi önümüzde ne varsa hepsinin tesadüfler değil tevafuklar sebebiyle hasıl olduğunu anlamamızın sağlanmasına bağlıdır. (…) Karşılaşılan her şeyin değerini fark etmek şahsiyetimizin İslâmî vasfını pekiştirdi. (…) Münasebesizlikten dinimiz sebebiyle kaçınıyor, sözlerle sözlerin hakkını verecek münasebeti ancak ağzımızdan çıkanı kulağımız işittiği zaman kurabiliyoruz. Ne dediğimizi bilmekle mükellef olduğumuza kanaat getirişimiz de Müslüman şahsiyet kazanmaktan duyduğumuz memnuniyetin tezahürü sayılıyor. (…) Kur’an nâzil oldu ve neyi bilmenin insana ne yüklediği ortaya İslâm’la çıktı. Müslümanlar arasına katılmak hayatın bir hediye olduğunu görmenin yolunu açtı. Hayatın özüne yerleştirilenin hidayetimize vesile teşkil ettiğini vahdet dini ile bildik. (…) İnsan sorumluluktan uzaklaştıkça özüne yabancılaşır. Bilmekle mükellef olmak arasında sıkı bir bağ var. Kime ve neye derseniz deyin mesul bir mahlûk insanoğlu. Mesuliyet meseleye, mesele mesuliyete dönük. (…)”
“HER TÜRLÜ MEDENİYETE KARŞI“
“(…) Birinci, yani maddî varlık gösteren gelişmişlik, yalnız İslâm topluluklarına has değildir ve bu konuda İslâm dışı topluluklarla bir karşılaştırmaya girmek anlamsızdır. İkinci husus yani Müslüman insan tipinin yeryüzünde Âdemoğlunun mevcudiyetine bir yorum getirişi hadisesi, yalnızca Müslümanlara hastır ve İslâm dışı hiçbir topluluğun ulaşamadığı bir üstünlük arzeder. (…) İşte bu insan münasebetleri bütün medeniyetlerde ortak özellikler gösterir. (…) İslâm toplumları da zaman zaman medenî olmuşlardır. Fakat ne devr-i saadet ne dört halife devri ne de Osmanlı Devleti’nin ilk iki yüzyılı medenî zamanlardır. Osmanlı medeniyeti milâdın XV. yüzyılında en parlak zamanlarını yaşamıştır ki bu dönem, Devlet’in İslâm umdelerinden uzaklaşmağa başladığı dönemdir. (…)
Bütün bunlara rağmen İslâm medeniyetleri bünyelerinde “fani bedene kefen yaraşır” diyen cihad ruhuyla dolu, kendileri dışındaki insanları müminseler kardeş, değilse Allah’ın emaneti olarak gören büyük şahsiyetleri barındırmışlardır. Bu kimseler genel akışa rağmen medenîleşmemiş unsurlardır ve mekanizmanın yozlaştığı dönemlerde bile toplumu yaşanır kılan bu medenî olmayan yani dünya düzenini ancak inancından geçen bir dolayımla kavrayıp kabul eden insanlar olmuştur.
Bütün bunlar gözönüne alınacak olursa bugün yürütmeye yahut gündeme getirmeye gayret ettiğimiz İslâmî mücadelenin bir İslâm medeniyetine varacağını istemek abestir. Kuşku yok ki biz, bir İslâm toplumu, Kur’ân ve Sünnetin yegâne otorite kabul edildiği bir toplum için elimizden geleni yapmağa yönelmişiz. Ama bu, geçmiş İslâm medeniyetlerini canlandırmak, taklit etmek, yeni şartlarda bir İslâm medeniyeti tesis edebilmek için gösterilen bir çaba değil. Tam tersine İslâm devleti geçmişte nasıl medenîleşmiş, bunu iyice anlayıp böyle bir medenîleşmeyi önleyici tedbirleri alma gayreti içinde bir İslâm toplumuna gitmemiz esastır. Çünkü medenîleşmek, yetim hakkını gaspa yönelmek demektir. Müslümanca bir yaşama düzenine evet deyip, medeniyete, adına İslâm medeniyeti denilse dahi hayır demekle ( ahalisi Müslüman olan bir ülkede medeniyet teessüs etmişse ona İslâm medeniyeti diyorlar, aslında deyimlendirme yanlış) bugün kafamızı kurcalayan birçok konuya açıklık getirebilecek bir düşünme yolu açabiliriz. (…).
İslâm, dünya olayları karşısında edilgen kalmayı, iyilik ve kötülüğe karşı müdahaleci bir tutum takınmaktan geri durmayı kabul etmiyor. (…)
İslâm’ın hâlihazırda ne ölçüde yaşanıyor olduğunu tespit ederken, Müslüman zihniyeti içinde kendi kaynaklarıyla tam mutabakat halinde olmayan noktaları bulurken elbette tarihe dönük bir bakış biçiminin bize çok faydası olacaktır.
(…) İşte bu Müslümanın yeryüzünde soyut bir varlık olarak kalma tehlikesi vardır. Çünkü takipçi olduğu mutlak ilkelerin yüksek seviyede ‘müşahhas‘ hale gelmesi toplum tarafından imkânsızlaştırılmıştır. Oysa İslâm ‘soyut‘ ahlâk kuralları halinde değil, alabildiğine hayatın içinde kavranılan ve hayatın ‘somutluğu‘ aracılığıyla ‘soyut‘ vasfı anlaşılabilen bir düşünce ve davranış düzenini öngörür. Müslüman insan tipinin yeryüzünde Âdemoğlunun mevcudiyetine bir yorum getirişi hadisesi, yalnızca Müslümanlara hastır ve İslâm dışı hiçbir topluluğun ulaşamadığı bir üstünlük arzeder. (…)”
No Comments