“Himmet hakkındadır”
Abdülkerîm el-Cîlî‘nin eseri olan İnsân-ı Kâmil‘deki (mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına hazırlayanlar merhum Yrd. Doç.Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal) Ellibeşinci Bâb’ın başlığını bu yazının da başlığı olarak alıntıladım. Bu bölümden yapacağım bazı alıntılamalardan ibâret olacak bu yazı.
Bölümün ilk cümlesi: “Himmet Hz. Muhammed’den (s.a.v.) mahlûk (halk edilmiş/yaratılmış) olan Mikâil’in aslıdır.
Nazmın tercümesinden : (…) Bu burâkın iki kanadı vardır. Birisi saâdete doğru uçar, öbürüsü şekâvetin (bahtı karalık) derinliğine doğru aşağı çeker. (…) Dikkat et, bu ilâhî nûrlardan indirilmiş bir nûrdur. İnsan için ‘himmet’ ismi altında gizlenmiştir.”
Cenâb-ı Hak bizi ve seni muvaffak kılsın ve kendisine mûsıl (ulaştıran) yola delâlet ve hidâyet buyursun! Şunu da bil ki, himmet Cenâb-ı Hakk’ın insana va’d ettiği en kıymetli şeydir. Bunun sebebi, Cenâb-ı Hak nûrları ezelde yarattığında azametinin nûrundan bekletti ve o nûrlara birer birer baktı. O nûrların hepsini kendi nefsiyle meşgûl, yalnız himmeti Allah ile meşgûl olarak gördü. Himmete dedi ki: ‘Azametime, celâlime yemin ederek söylüyorum, seni nûrların en yükseği kılacağım. Halktan senin devletine (büyüklüğüne) eşrâf-ı ebrârdan (iyilerin şeref ve itibar sahibi olanları) başkası nâil olamaz. Kim bana kavuşmayı kasd ederse, senin iznin olmadıkça o bana yaklaşamaz. (…) Muhakkiklerin (hakikati arayıp ortaya çıkaranlar) tenezzühü (çirkinlikler ve eksikliklerden uzak kılınmış olma), mukarriblerin (yakınlaştıranlar) yükselmesi sende ve seninle olucudur’ buyurdu.
Ondan sonra himmet üzerine ‘Karîb’ (Yakın) ismiyle tecellî edip, serîü’l-mucîb (gerekene çabucak yetişen) ismiyle nazar eyledi ve bu sûretle himmete kalblerden her uzak olanı yaklaştırabilmek tecellîsini giydirdi. Anılan ilâhî nazarla himmet vasıtasıyla talep edilenin hâsıl olması hızında himmete fayda bahş oldu. Bunun içindir ki, himmet bir şeyi kasd eder ve husûli için teşmîr-i sâka ihtimâm (titizlikle iş görme) eylerse, matlubuna (talep ettiğine) uygun olmak üzere ona erişir.
(…)
Böyle himmeti eksik olanlar, memleket imarı kasdında olduğu durumda, mezbeleden ayrılmayan kimseler gibidir. Bu türden olanlar talep ettiğine nâil, mahbûbuna muzaffer olamazlar. Çünkü böyleleri hitâbet ve kitâbet (yazı yazma) usûlünü bilmedikleri halde kalmaz, mürekkepsiz yazı yazmak isteyen kimseler gibidirler.
Anılan vasıf dairesinde olmayan himmet sahibi himmetin ne olduğunu bilmez. Çünkü onun katında himmetten eser yoktur. Dolayısıyla habersiz olması da kaçınılmazdır. Fakat taleb ettiğinin fiillerine ve hareketlerine uygun olan böyle değildir. Özellikle hareketlerinde cehd ve ictihâd tamam olursa, o türden olanların hızla varacağı hedef isteğine ulaşmadır. Bir fakîrin hâline dair bize söylenen hikâyeyi burada kayd ediyorum.
Bir fakîr bir gün şeyhinden ‘bir kimse bir şeyi kasd eder de tam ictihâd ile hareket ederse, talep ettiğine nâil olur‘ sözünü işitti. Bu sözü işitir işitmez yemin ederek dedi ki, ‘melikin kızını nikâh ile almak üzere isteyeceğim ve bu maksada erişmek için bütün mevcutlarımla (neyim varsa) çalışacağım.‘ Doğru melik’e gitti ve kızını istedi. Melik, zekî, ârif, âkıl (akıllı) bir zât idi. Fakîri tahkîr etmeyi yâhut ‘benim kızımın dengi değilsin’ demeyi istemedi.
Dedi ki: “Ey fakîr, benim kızımın mihri ‘Behirmân’ tabir olunan bir cevher türüdür. Bu ya Kisrâ’nın veya Hâkân’ın hazinelerinde bulunabilir.
Fakîr, ‘Efendim, bu cevherin madeni neresidir?’ dedi. Melik ‘Bunun aslî madeni Seylân denizidir. Eğer bu talep olunan mihri getirirsen, taleb ettiğin nikâh mümkün olur’ dedi.
Fakîr doğru Seylân’a sefer eyleyerek orada ele geçirdiği bir kab ile denizin suyundan alıp karada bir yere dökmeğe başladı. Yemedi içmedi, bu eylemde ısrar etti. Gece ve gündüz meşguliyeti bu idi. Fakîrin sadakatle suyu tüketmeğe çalışması, balıkların yüreğine denizin bitmesi korkusunu düşürdü. Balıklar Cenâb-ı Hakk’a şikayet ettiler. Cenâb-ı Hak o denize müvekkel (vekil tayin edilen) meleğe emretti: ‘Gidip bu fakîrin maksadını suâl et ve isteğini kabul edip yerine getir’ dedi. Melek fakîrin maksadını anlayınca denize dalgalanıp coşarak içindeki cevherlerini karaya atmasını emretti. Denizin kıyısı cevherler ve incilerle doldu. Fakîr o cevherleri yüklenerek Melike götürdü ve kızını zevce edindi.
Kardeşim, bu hikâyeye bak! Fakîrin himmeti neler yaptı! Bunu bir garip iş, tuhaf şey zannetme. Sana yemîn ile söylüyorum. Biz kendi nefsimizde bundan daha mühim vakaların cereyan ettiğini gördük. O derecede ki, saymağa ve anlatmaya imkân bile yoktur ve bizim bu bâbdaki sözümüze Cenâb-Hak şahittir.”
No Comments