İfade edenleri gözümde küçülten bazı sözler, fikirler…

 

Kimlerin ifade ettiklerini belirtmeden ve ifade edildiği şekliyle değil de meâlen (mânâ olarak) bazı sözler aktaracağım. Bu sözleri önemsemediğimi, dolayısıyla sahiplerinin bu sözleri sarfetmelerinden ötürü gözümde küçülmüş olduklarını yansıtmak için.

* Keşke Muhyiddin İbn Arabî bunları söylemeseydi. Hâşâ ben onun hakkında aşağılayıcı veya yanlış yapmış olduğu anlamına gelen bir şey söyleyemem, çarpılırım diye korkarım. Ama keşke öyle söylemeseydi diye düşünürum.

* Yavuz Sultan Selim’e saygım büyüktür. Çok önemli ve değerli bir Osmanlı Pâdişahıdır, ilk Osmanlı halifesidir. Ama keşke Şah İsmail’le savaşmasaydı. Diplomatik bir tarzda uzlaşmaya çalışsaydı, o savaş gerçekleşmeseydi. Çünkü o savaşın tâ bugüne gelen olumsuz, derin etkileri var.

*Şu durumu göz önüne getirip de endişelenmemek imkânsız: bir taraftan İbn Arabiciler insanların avâm tabakasına vahdet-i vücud telkin ediyorlar, böylece onları yoldan çıkarıyorlar; diğer taraftan cahil ve dini kötüye kullanan şeyh taslakları Müslümanların sapmalarına-sapıtmalarına sebep oluyorlar. Netice olarak bundan zarar gören İslâm ve Müslümanlar oluyor.

*Sûfîler, varlık ve yaratma konusunda açıklamalar yapmışlar, temel olarak iki görüş ileri sürmüşler, bu iki görüşü açıklamak için de ciltlerce kitap yazmışlardır; ama bana göre yaratmanın / var etmenin nasıl olduğunu, Allah ile mâsivâ arasındaki varlık ilişkisini açıklamayı başaramamışlardır. Keşke tasavvuf felsefeden etkilenmeseydi de bu konulara girmeseydi. Tasavvuf en önceleri doğru yoldaydı, keşke öyle devam etseydi. Böyle düşünmemin ve bu isteğimin sebebi, hal olarak da, irfandan nasibi olmak bakımından da konuya uzak olan pek çok Müslümanın varlık ve bunun izahı konusunda tasavvuf kaynaklı olduğunu düşündüğü açıklamaları okuyarak farkında olmadan İslâmdan ve Allah’ın rızasına uygun kulluktan sapmalarıdır.

*Bir tarafta medrese ve mektep, müderris, muallim, hoca… Diğer tarafta tekke, şeyh, pir, mürşid… Bu kurumlar ve şahıslar birbiriyle uyumlu olsa, birbirini tamamlasa idiler mesele çıkmayacaktı. Bir kavga, çekişme, çatışma oldu aralarında, rekabet ve mücadele cereyan etti. Biri diğerini küçümsedi, suçladı, dışladı. Günümüzde de bu durum devam ediyor. Halk, bu ikisi arasında kalmış durumda gibi. İstisnalar olabilir ama genelde şeyhler hocaları beğenmiyorlar, zahir ehli diyorlar onlar için, onların klavuzluğunda iyi Müslüman olunmaz gibi bir anlayışa sahipler. Herkes bir tarikata girmelidir diye düşünüyorlar ve bunu telkin ediyorlar. Tarikata girmemiş ve tasavvufa karşı ya da mesafeli duran hocalar da tarikatleri bid’atler ve hurafelerle karakterize görüyorlar, şeyhleri cahil ve sapkın buluyorlar; Müslümanların tarikatlardan uzak durmalarını, hocalar ve âlimleri rehber edinmelerini istiyorlar, bu yönde telkinde bulunuyorlar.

Bize göre sahih İslâm yani ilim yoluyla öğrenilen ve yaşanmakta olan Müslümanlık ile sahte veya saptırıcı değil sahih tasavvuf arasında fark yoktur. Fark veya uyumsuzlık-tutarsızlık varsa, kusur, tasavvufa dayalı İslam anlayışı ve yaşantısındadır. Kendini düzeltme görevi tasavvufa düşer.

*Bir Müslümanın sahih olsa bile tasavvuf terbiyesi alması farz değildir, yasak da değildir. Eğer mü’min tasavvuf eğitimi almaya karar verirse mürşidinin âlim olmasını, ilmiyle amel etmesini, bu etkinlikten çıkar sağlıyor olmamasını, müridlerinin iyi birer Müslüman olmalarının sabit olmasını gözetmesi gerekir.
Ancak şu durumda ise Müslüman, ona tavsiyemi de belirtmem gerekir: tarikatsiz âlim ile tarikatli cahil arasında kalan Müslümanın kesin olarak âlime gitmesi, âlimin dediğini tutması gerekir.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked