“İkâme Metafizik Olarak ‘Tarih’ “
2 aylık düşünce dergisi olan Teklif ‘ te (Sayı 13/ Ocak 2024) çıkan İhsan Fazlıoğlu‘nun bir yazısının başlığını alıntı olarak bu yazıma da başlık yaptım. O yazının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“İşte çok uzun yıllar mekân-zaman sahnesini salt bir gecici sınama yeri, bir uğrak olarak görüp her daim yola çıkacak şekilde hazır bekleyen bir zihniyet, süreç içinde, çok farklı degişkenlerle, sahnenin köken (mebde) ve öte (meâd) uçlarını kapatmış; sahneyi değersiz bir uğrak değil, içinde anlamını bulabileceği kendinde kıymetli bir konak olarak kabul etmiştir. Kökenin, dolayısıyla Tanrı’nın bulunmadığı, ötenin de tam bu nedenle artık var-olmadığı sahne, artık biriciktir. Hem fert hem de tür olarak insan, artık kapalı sahneyi aşan bir hakikati hâiz değildir. İki ucu kapalı, dolayısıyla, kendi içine çökmüş bir sahnede var-olan ve yok-olan insan, bir hakikati hâiz olmadığı gibi, bu hakikatin delâlet ettiği bir anlamı da yüklenemez; bir yerden gelmez, bir yere de gitmez; herhangi bir nihâî gayenin çocugu da değildir. Bu hâliyle her bir insanın dünyası bu-ara-da-dır (-meâş); bu-ara-da yasar; var-olur ve yok-olur. Nihâî amacı da kapalı sahnenin şartlarının el verdiği ölçüde kendini bu-ara-da gerçekleştirmektir. Bu gerçekleştirme, ister (…) olsun, ister (…) olsun, her dâim, kapalı sahnenin ihtiyaçları ve dahi imkânlarıyla sınırlıdır. Bu sınırları aşacak şekilde insanın ne doğumu ne de ölümü takdis edilir (kutsanır); tersine doğum maddî dünyanın doğal bir ifadesi olarak görülürken; ölüm, içeriğinin imlediği tüm eskatolojik ( dünyanın sonuyla ilgili) yüklerden arınmak için itibarsızlaştırılır. O kadar ki, ölümün itibarsızlaştırılarak içselleştirilmesi, bizâtihi özgürlük hissiyatının köklendiği zemin kabul edilir.”
” (…) İçinde sürekli dolaşıp durduğumuz okyanusta, şişe ‘hiçbir kimse‘ tarafından bulunmayacak; kıvrıklı ve dolanımlı süreklilik içinde, gün gelecek mutlak anlamda kaybolacağız; yani hiç-leneceğiz. Şişeyi yalamak da anlamsız çünkü bir şekilde içeri sızan, ama şişeyi de ‘aşan‘, kıvrım ve dolanım içindeki okyanusta ne içkin ( immanent) ne de aşkın (transcendent) bir ‘ilke‘ yok. Bu nedenle, herhangi bir meta-anlatıya dayalı, okyanusun derinliğinde gömülü ya da ufkunda yer-tutmuş bir ‘bilgi‘ peşinde koşmaksızın yalnızca şişenin içindeki hâlin bilgisiyle ya da daha renksiz bir deyişle farkındalığıyla yetinmek zorundayız. Çünkü tekrar pahasına, şişeyi, okyanus içinde dolaştıran ve dolandıran, şişede içkin yada aşkın bir nihâî gâye aramak boş bir inançtır. Belki de tahayyül edilebilecek tek nihâî gaye, bizâtihi kendi de bir tahayyül olan, sürekli kendi içine kıvrılan ve kendi içine dolanan okyanusun içinde devrî bir gâyenin varlığı; yani başlangıcı ve bitişi olmayan biteviye dolaşmak ve dolanmak…”
“Şimdiye değin yapılan tasvir, sahneyi kapatmak ve insanî oluşu sahnenin her iki tarafına taşıracak tüm îmâları örtmek şeklinde özetlenebilir. Söz konusu örtme ilk elde insanı, varlık sahnesinde bir tekilliğe ve dahi bir biricikliğe kavuşturabilir. Ancak görünüşteki bu tekillik ve biriciklik, eger temellendirmeye konu olmazsa askıda, hattâ salınım hâlinde kalır. Söz konusu temellendirme, zeminini ‘insanın kapalı sahnedeki anlamı nedir?‘ sorusuna verilecek yanıtta bulur. Öyle bir anlam ki, insanın sahneye tutunmasını sağlayacak, bu-ara-da yaşamasını mümkün kılacak, kendini ifnâ etmekten alıkoyacak bir tutamak olsun. Çünkü köken yani Tanrı yoksa, bir yerden gelinmiyorsa; yine öte mevcut değilse, bir yere gidilmiyorsa, bu-ara-da yaşamanın kendine nispet edilebileceği bir idenin, bir fikrin, kısaca bir mefkûrenin var-olması gerekir. Söz konusu anlam, salt bilen ile bilinen arasındaki ilişkiye (korelasyon) dayalı hissî ya da aklî bir deneyimden türetilemez çünkü, hissî ya da aklî deneyimi içkin ya da aşkın bir hakikat, daha baştan ilkece, reddedilmiştir. Varlığı kabul edilse dahi böyle bir hakikat, hissî ya da aklî bir deneyimle, yine ilkece tahsil edilemez, bilinemez. Bu tür bir çıkarım, aynı zamanda, kadîm düşüncenin, bir şekilde, insan için maddî dünyayı asan bir fazlalığı mümkün kılan nefs, ruh, şuur, bilinç, vb. entiteleri (varlıkları) de tırnak içine almayı, hattâ elden geldiğince indirgeyerek maddî gerçekliğin bir işlevi olarak yorumlamayı gerektirir. Ayrıntılarına girmeden, daha önce, ortaya çıkışı, gelişimi ve sonuçları üzerine karşılaştırmalı bir yazı yayımladığımız bu süreci hakikat krizi olarak adlandırmıştık (dipnot: Teklif, Sayı:13) ; hakikat krizi, aynı zamanda, tüm içerimleriyle bir anlam krizidir de… (…) Hakikat, bahusus anlam krizi, ilkece bir gelecek krizidir de… Çünkü yaşamak, geleceğe doğru bir adım atmadır; ancak yaşamanın anlamlı kılınması, geçmişle irtibatlandırılmasıyla mümkündür. İşte tam da bu noktada, yani geçmişle irtibatlandırılması geçmişi tarihe dönüştürür. Bu nedenle tarihi, ‘gelecek geçmişi şimdi kılma bilinci ‘ olarak görüyoruz. Kanımca, modern dönemde tarih tam da böyle bir bağlamda varlığa gelmiştir; yani insanın varlığa tutunması ve yaşama bağlanması için eylemlerine ilişkin anlam üretebileceği, ümit edilen bir gelecek tasavvurunun imbiğinden süzülmüş bir geçmiş bilincinden…”
“İnsanın bilgi kadar, belki ondan daha fazla bir anlam-değer varlığı olması, anlam ve değerin de yukarıda işaret edilen özellikleri hâiz tarihten türetilmesi nedeniyle, başta tarih olmak üzere, insan ve toplum bilimlerinin her birine geisteswissenschaft yani manevî bilim denmesibu nedenledir; kısaca anlam-değer bilimleri… Bu çerçevede tarih, yalnızca ferdin tekilliğini ve biricikliğini temellendirmek için bir anlam-değer uzayı sunmakla kalmaz, ama aynı zamanda, belki de daha çok, ferdin mensup olduğu ulusun üzerinde ve içinde yaşadığı toprakla (vatan) girdiği tüm ilişkilerin ürünlerinde tecessüm etmiş kulturun için de bir anlam-değer küresi verir. O kadar ki, süreç içinde kulturun içinde cisimleştiği ve yol aldığı tarih, aynı zamanda hem içkin (immanent) hem de aşkın ( transcendent) küllî bir amaca doğru bir tür kader- gibi zorunlu akan dinamik bir süreç olarak düşünülür. (…)”
No Comments