“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.” (Rahmân, 55/19)
Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin (m.1165-1240) Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin Tercüme Ve Şerhi-III’den (tercüme ve şerh: Ahmed Avni Konuk(m.1868-1938, Yayına Haz. : Prof.Dr. Mustafa Tahralı, Dr. merhum Selçuk Eraydın ) Îsa Fassı’ndan bazı alıntılar (s.161-163 arasından) oluşturacak bu yazıyı.
“Her bir kâmil insan, ‘Allah’ câmi (toplayıcı) isminin mazharı (zuhur mahalli) olduğundan, onun özel Rabbi bu câmi isimdir. Halbuki kemâl öncesi diğer insan ferdleri gibi onun da ayrı ayrı rablerden bir özel Rabbi vardı. Bu özel Rab ise onun hakikatidir; ve sabit hakikati o ismin sûretidir. Ve Rum, 30/30 âyet-i kerîmesi mûcibince hakikatlerin değişmesi mümkün değildir. Dolayısıyla toplayıcı ismin mazharı olan kâmil insan, kendi özel Rabbinin doğru yolunu terk mi ediyor? Cevap: Hayır, kâmil insanda isimlerin tümünün hükümleri ve eserleri diğer isimlerin hükümleri ve eserlerine galip olarak görünür olur. Ve üstünlük sebebiyle kâmil insan o ismin doğru yolu üzerinde yürür. Bundan ötürü onda bilcümle isimlerin hükümlerinin zuhuru itidâl üzere olmaz. Ne ki bu itidal yokluğu ile beraber, madem ki kendisinde bilcümle isimlerin hükümleri fiilen görünürdür, ve isimlerin hepsi ise ‘Allah’ isminin altında toplanmıştır, şu halde kâmil insan bu toplayıcı ismin mazharıdır. Ve isimlerin tümünün hükümleri ve eserleri kendisinde itidal üzere zahir olan kâmil insan ancak peygamberlerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimizdir.
Böylece Şeyh-i Ekber(r.a.) (M. ibnu’l-Arabî) buyururlar ki, sen bizim sûretimize bakıp bizi ‘insan’ ismiyle adladığında bil ki, biz ‘Hakk’ın ‘ayn’ ıyız (hakikatiyiz). Zira biz ‘insan’ demekle ‘Kâmil insan’ı murad ederiz. Biz ve misâllerimiz olan kâmil insan ise ilahî isimler genelinin mazharı olmakla Hakk’ın ‘ayn’ıyız. Zira kâmil insanın ‘ayn’ında Hakk’ın zuhuru ve tecellisi zatî mutlaklığı sûretiyledir. Ve kâmil insanın gayri olan şeylerde O’nun zuhuru, o ‘ayn’ sebebiyledir. Zira bu a’yân (ayn’ın çoğulu) bazı ilahî isimlerin mazharlarıdır. Ve Hak onlara zatı sûretiyle tecelli etmez. Zira onlarda bu tecelliye tahammül istidadı yoktur. Hakk’ın her ‘ayn’da, onun sebebiyle zuhûruna göre, Hak her ‘ayn’ın aynıdır. Velakin her ‘ayn’ Hakk’ın aynı değildir. Fakat Hak kâmil insanın ‘ayn’ı olduğu gibi, kâmil insan da Hakk’ın ‘ayn’ıdır.
Şu halde sen insân-ı kâmil ile perdelenme! Sana bir burhân (delil) verdi.
Yani sen insanın kesîf beşerî sûretine bakıp da o suretle belirmiş olan latîf tek varlıktan perdeli durumda olma! Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Latîf Hak kendinden haber verip buyurur ki: ‘Allah denilen latîf manâ kullarına mülabistir (yakınlık gösterendir).’ demek olur. Dolayısıyla Latîf Allah, kullarının belirme kisvesine bürünerek bu kesîf âlemde zâhir ve tecelli etmiş olandır. Ve Hak küll’ün aynıdır ve her ‘ayn’ın aynıdır. Lakin onun her ‘ayn’da zuhuru ve tecellisi o ‘ayn’ın gereğine göredir. Kemâliyle zuhuru ve tecellisi ancak kâmil insanın ‘ayn’ındadır. Ve buna işareten Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rumî (r.a.) buyururlar:
Beytin tercüme ve izahı: Âdem’in bu kesıf heykeli ve belirmesi nikab (perde) ve hicab dır (örtü). Yoksa biz kâmil insan olduğumuzdan bütün secdelerin kıblesiyiz. Zira Zâtın mazharıyız. Nitekim Kabe dahi Zâtın mazharı olduğu için ‘Mescudün ileyh’dir (kendisine doğru secde olunan). Lakin gerek Kabe’de ve gerek kâmil insanda ‘Mescûdün-leh'(kendisi için secde olunan) ancak Hak’tır. Onların belirme sûretleri hayalden başka bir şey değildir. Ve böylece Ebu’l-Hasan Harkanı (r.a.) de bu hakikate işareten buyurur: ‘Eğer siz biz kâmil insanların hakikatini tanımış olsaydınız, onların zahirî sûretleriyle perdeli olmayıp elbette secde ederdiniz.’ Ve Hz. Mısrî de Latîf Hakk’ın bu bürünmesine işâreten buyurur. Beyt: Bilinmez bî-nişânîdir, bulunmaz la- mekânîdır / Heman ancak sana kuldur, senin ehl ü iyalindir.
Malum olsun ki Âdemî Fass’da izah olunduğu üzere, mutlak latîf Hakk’ın muhtelif inişleri vardır ki, her bir mertebede isimleri sebebiyle muhtelif suretler ile belirmiş olur. Ve her mertebede ve o mertebede zâhir olan sûretlerin her birerlerinde birer ‘isim’ ile adlanmıştır. Bu kesîf şehadet âlemi de onun bir ismi olduğu gibi bu âlemde zâhir olan muhtelif sûretlerin isimleri de ilahî isimlerdir. Şu halde ‘insan’ ismi de onun esmâsından bir isim olarak bulunur.
Böylece sen ‘insan’ın kevnî (kozmik) isim olmasından ötürü, ilahî isim olduğundan perdeli olma! Dolayısıyla ‘insan’ sana Hakk’ın varlığına delâlet eder bir delil verdi. Böyle olunca sen, insanın beşerî sûretine ve imkânî sıfatlarına bakıp onda mütecellî olan Hak’tan perdeli olma! Zira ‘insan vücub (vacib ve gerekli olan) denizi ile imkân denizi arasında bir büyük berzahdır.’ (Rahmân, 55/19) “
No Comments