İki gazete yazısından birer bölüm

 

“(…) Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansının 2017 yılı toplantısı Almanya’nın eski başkenti Bonn’da başladı. İslam Dünyasının bir teşkilatını temsilen buradayım.

Global bazda atmosferik kirlilik daha çok ileri sanayi ülkeleri salınımlarının yol açtığı bir trajedi iken başta şehirler bazında hava kirliliğinin zirvede olduğu ülkeler ve şehirler sıralamasında maalesef benim temsil ettiğim diyarlar baş sırlarda yer almakta. Bir zamanların en mühim İslam medeniyeti şehirleri olan yerler şimdilerde yanlış politikalarla zehir solunan yerler oldu. Bağlar, bahçeler, parklar, sular şehri Bağdat, Kahire, Tahran, Isfahan, Delhi ve İstanbul artık mazide kaldı. Köklü kültürü olmayan insanların bu konuda söyledikleri ise sadece politik demogojiden öteye geçmemekte. (…)” (Mahmud Erol Kılıç, “Çevre ve biz” başlıklı yazısından, YeniŞafak, 12.11.2017)
http://www.yenisafak.com/yazarlar/mahmuderolkilic/cevre-ve-biz-2041047

“(…) ‘Batı’ kavramı monolitik bir yapıya atıfta bulunmaktan uzaktır. (…) Bu genişlik ve karmaşıklıktaki bir yapının monolitik biçimde ve değişmeyen bir ‘Türk düşmanlığı’ ile hareket ettiğini varsaymak ise gerçekçi değildir. Bu, asırlar boyunca ‘Batı’nın ‘Öteki’si olmuş bir yapının aslî mirasçısına yönelik önyargılar bulunmadığı, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin de ortaya koyduğu gibi çifte standartlar uygulanmadığı anlamına gelmez. Benzer şekilde Batı’da hızla yükselen İslâmofobi de Türkiye’ye yaklaşımı etkileyebilmektedir.
Ancak sorulması gereken ‘Batı’da Türkiye’ye farklı bakan, onun hakkında olumlu görüşler besleyen kesimlerin neden ‘Türk olan her şeyden körü körüne nefret edenler’ ile aynı söylemi kullanmaya başladığı, siyaset yapıcıların da buna dayalı yaklaşımlar geliştirdiğidir. Bu bağlamda bir karşılaştırma yapıldığında Türkiye’nin, Büyük Doğu Krizi sürecinde Osmanlı yönetiminin karşılaştığı ve aşamadığı bir sorunla mücadele etme durumunda olduğu görülecektir.
Kanun-i Esasî ilânıyla ‘oyun’ oynadığı iddia olunan Osmanlı gibi, kapalı bir yapının darbe girişimine maruz kalan Türkiye de karşılaştığı tehdidin derinliğini anlatmakta zorluklarla karşılaşmaktadır. Buna karşılık buradan hareketle sadece ‘tepkisel’ siyaset üretmek anlamlı değildir. Ele aldığımız süreçte Osmanlı ricâlinin böylesi bir yaklaşımı benimsemesinin doğurduğu vahim neticeler ortadadır. ‘Türk olan her şeyden körü körüne nefret edenler’in oyununu bozacak olan onlara kızmak, onların yönlendirdiği kamuoylarının ‘bütünüyle’ düşmanlık ilişkisi geliştirmek değil ortaya koyulan iddiaların dayandığı zemini ortadan kaldırmaktır. (…) Oyunu bozacak olan hukuk devleti ilkelerinden taviz vermeyen, liberal demokrasi haline gelme iddiasını söylem düzeyinde bırakmayarak hayata geçiren, ifade hürriyeti benzeri alanlarda anlamsız sınırlama ve uygulamaları kaldıran, çoğulculuğu güçlendiren bir Türkiye’nin yaratılmasıdır.
Kendi geleceğimiz için gerçekleştirmemiz gereken bu ideale yöneliş ‘Türk olan her şeyden körü körüne nefret edenler’in hareket alanını fazlasıyla sınırlandıracaktır.
Unutulmamalıdır ki, bu kesimler ‘Batı’nın genelini temsil etmekten ziyade kamuoyunu şekillendirmeye gayret eden örgütlü azınlıklardır. Bunlarla mücadelenin yolu ‘kavga’ değil eleştirilerin zeminini ortadan kaldıracak dönüşümü hayata geçirmek ve böylece onlarla aynı çizgiye kaymış farklı kesimleri yaklaşımlarını sorgulamaya yöneltmektir. (…)” (M.Şükrü Hanioğlu, “Sorun ‘Türk olan her şeyden körü körüne nefret edenler’ mi?” başlıklı yazısından, Sabah, 12.11.2017)
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2017/11/12/sorun-turk-olan-her-seyden-koru-korune-nefret-edenler-mi

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked