İlim türleri, bunların kaynakları ve tâlipleri ile varlık türleri ve bunların özellikleri hakkında

 

Müellifi(author) Muhyiddin İbn Arabî (1165-1240) olan, Ahmed Avni Konuk (1868-1938) tarafından Arapça’dan Harf İnkılabı öncesi Türkçeye tercüme edilen, 1991 yılında da Mustafa Tahralı tarafından bahsedilen İnkılap(1929) sonrası latin harfleriyle temâyüz eden Türkçe ile “Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi” adıyla yayına hazırlanan eserin (orijinal adı: İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlahî Tedbirler) 2013 yılındaki 6. Baskısının s.354-362 arası bölümden, başlıkta ifadesine çalıştığım konularda alıntılar sunacağım. Bunlar kitaptan ‘olduğu gibi’ alıntılar olmayıp kolay okunması ve sözlüğe bakma gereği olmadan ma’nânın anlaşılması gözetilerek; kelime anlamları verilmek, yer yer de kelime karşılıkları kullanılmak suretiyle yapılan aktarımlardır.

“(…) İlim tâlibi rûh ehli, dünyâ tâlibi ise nefis ehlidir. Birisi Hakk’ın Cemâl’inin mazharı, diğeri de Celâl’inin mazharıdır. Ve tecellîlerin cemâlî olanları ile celâlî olanlarının sonu olmadığı için, her iki sınıf da doymak bilmezler.” (s.354)
İlimler iki kısımdır: Birisi süflî âlemden gelir ki, ona ‘zâhirî ilimler’ denir. Ve diğeri ulvî âlemden gelir ki, ona da ‘bâtın ilimler’ ve ‘ledünnî ilimler’ denir. Bundan dolayı sen zâhirî ilimler ile yetinme! Ve ilimlerden ancak Hak Teâlâ hazretlerinin kullarının milyonlarcasının arasından ayırıp rahmetini kendilerine mahsûs kıldığı ve bu rahmetin eseri olarak onlara ihsân eylediği ledünnî (kendi tarafından verilen) ilmi talep et! Zâhirî ilimlerle meşgûl olanlara o ilimlerin üstün ve değerli gelmesi, aklî nazar ve fikirlerin hükmü ile kirletilmiş olan fikirlerle ilgili ilimlere bakış iledir. Zira fikirler ekseriya vehimlerin (evhâm) etkisi altındadır. Ve vehim gücü fikirleri doğru yoldan saptırıp dalâlete düşürür. Nitekim aklî bakışın ürünü olan felsefî yollarda ve bilimlerdeki teorilerde ihtilâflar meydandadır. Bunlar aklî bakışın ve fikirlerin vehim gücü ile kirletilmesinden başka bir şey değildir. Fakat ulvî âlemden gelen ledünnî ilimler aklın tavrının ötesi olup Hakîm Zü’l-Celâl hazretleri yanından geldiği, akıl ve fikirlerin ahli olmadığı için nûru parlak ve aynası gâyet saflaşmıştır. Onun nûru parlak old rûh gözü kör ve ve yalnız akıl gözü açık olan kimselerin yarasa gibi gözlerini kamaştırır.Tabii olarak bakamadıkları bu ilmi inkâr edip, süflî âlemin karanlıklarını nûr zannederler.” (s.354-355) ( Adı ünlü ve bir dönemde ABD ve Avrupa Bilimler Akademilerinde üye olduğunu hatırladığım bir jeoloji profesörünün din hakkında söyledikleri burada ifade edilenler ışığında gözönüne alınırsa, bu sözlerin aklî bakışın ve fikirlerin vehim gücü ile kirletilmesine bir örnek teşkil eden o iddiacı ve kendinden emin görünen tavrı yansıttığı anlaşılabilir diye düşünüyorum. A.A. )
“Dimağ, cismânî gıdalar vasıtasıyla kuvvet ve sıhhat bulduğu için alt unsurlara dahildir, dolayısıyla çabuk bozulmağa istidatlıdır. Meğer ki onun sahibi, sıhhat ve kuvvetinin dengesini kaybetmemek için güçlü bir muhafaza şuur ve idrakinde ola.(…) (s.355) “Ledünnî (Vehbî /Allah vergisi) ilimler, Hakk’ın inâyetinden dolayı külfetli koruma tedbirlerine ihtiyaç duyurmaz. Hattâ âriflerden birisine ‘kerâmet mi efdal, marifet mi?’ diye sormuşlar; ‘Elbette marifet efdaldir, zira kerâmet abdesti bozma ile ortadan kalkar; daima abdestli bulunmak gerekir. Marifet ise gusle ihtiyaç halinde bile âriften ayrılmaz. Zira birisi amel, diğeri Hak inâyetidir.(ihsân, lûtuf).”(s.356) “Yoktan var çıkmaz, var ancak vardan çıkar. Dolayısıyla bizim izâfî varlıklarımız hakikî varlıktan zuhûr etmiştir. Böyle olunca hakikî varlık sahibi olan Allah Teâlâ hazretleri mevcûddur (vardır). Bizde bulunan ilim sıfatı hakikî varlıkta mevcut idi ki eseri bizde zâhir oldu. Şu halde Allah Teâlâ Alîmdir. (…)” (s.361)
“(…) İmdi subûtî sıfatlarda bizim hayatımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, irademiz, kudretimiz, kelâmımız Hakk’ın hayatına, ilmine, işitmesine, görmesine, iradesine, kudretine, kelâmına benzer ve karşılık oldu. Ve kezâ olumsuzlama (selbiyye) sıfatlarında da bizim sonradanlığımız (hudûs) O’nun kıdemine (başlangıcı olmayan eskilik) ve ubûdiyyetimiz (kulluk) ma’bûdiyyetine (kul-olunanlık) ve bizim ihtiyacımız O’nun samediyyetine (hiçbir şeye muhtaç olmama) ve me’lûhiyyetimiz (ilâhı olma) O’nun ulûhiyyetine (Allahlık) karşılık ve benzer oldu. Eğer bu münâsebet ve benzerlik olmasa idi, bizim için Hak hakkında akîde sâbit olmaz idi. Ve biz aslâ onu bilmez/tanımaz (ârif olmaz) idik. Dolayısyla biz nefsimizi (kendimizi) bilmekle/tanımakla Hakk’ı bilmiş /tanımış oluruz.” (s.362)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked