İlk taayyün ve muhammedî hakîkat hakkında bilgi
” ‘Vücûd‘un (Varlığın) muhtelif mertebelere tecellî sûretiyle tenezzülü (inmesi) zuhûra meyl ve yönelme ile mümkün olur. ‘Meyl‘ ise meşiyyet ve dilemek (irâde) demektir. Bu bir sıfat olduğu için Hak, lâ-taayyün mertebesinde meşiyyet sıfatından da münezzeh, ‘mutlak vucûd‘ ve ‘zâtî cemâl‘inde müstağrak (gark olmuş) idi. Onun için ilk taayyün (belirme) olan bu mertebeye tenezzülü, yâni ilk tecellîsi meşiyyet sıfatıyla olmayıp ‘zâtî iktizâ‘ yani Zât’ının bir gereğidir.
Bu, ‘istiğrâk‘tan ‘âgâhî‘ye, yani ‘uyanıklık‘a bir geçiştir ki, böylece Zât’ın bütün sıfatları kendisinde zâhir (görünür) olur. Zâtının gereği olan bu ilk tenezzül neticesinde, bu mertebede, sırf zât kendisindeki bu sıfat ve isimleri mücmelen (öz olarak) bilir. Sıfatlar bu mertebede Zât’ının aynı olduğundan, bu biliş de Hakk’ın kendi zâtını bilmesinden ibâret olur.
İşte bu mertebede Cenâb-ı Hak bütün sıfat ve isimlerle sıfatlanır ve isimlenir. ‘Allah‘ ismi bütün bu sıfat ve isimleri câmi’ (toplayıcı) olan bir isim olduğundan, bu mertebe Allah ‘toplayıcı ismi‘nin mertebesi addolunur. Zâtının gereği olarak zuhûr ve tecellî ettiği bu ilk mertebeye ‘ilk tecellî‘, ‘zıll-i evvel‘ (ilk gölge), ‘berzah-ı evvel‘, ‘zuhûr-ı evvel‘, ‘vahdet‘ vs. gibi isimler verilir.
Kâşânî ‘zıll-i evvel‘i şöyle târif etmektedir: ‘Akl-ı evveldir (ilk akıldır). Zîrâ Allah Teâlâ’nın nûruyla zâhir olan ilk ‘ayn’ (hakikat)tir. Bu ‘hakikat’ zâtî vahdetin şe’nleri (işleri, yeni çıkan hâlleri) olan kesret(çokluk) sûretini kabul etmiştir.
3. İkinci taayyün, vâhidiyet mertebesi: Bu mertebede ‘vücûd‘un isim ve sıfatlarının gerektirdiği bütün küllî ve cüz’î ma’nâların sûretleri birbirinden ayrılırlar. İmkân âleminde hâdis olacak bütün varlıkların ‘hakîkat‘leri bu mertebedeki sûretlerdir. Bu sûretlerin herbirinin gerek kendi zatlarına ve gerekse kendilerinin benzerlerine aslâ şuurları yoktur. Zîrâ onların varlıkları ve birbirinden farklılaşmaları ‘ilmî‘dir. Bir olan Hakk’ın ‘vücûd‘u bu ‘ilmî sûretler‘ sebebiyle, bu mertebede, hârice çıkmaksızın çokluk olarak zâhir olur. Bu ilmî sûretler ilâhî zâtın varlıkları îcâd etmesine ‘illet‘ ve sebep olurlar. Bu sûretlerin, bu ‘hakikatler‘in varlığının ‘illet‘i ise bütün isim ve sıfatları câmi’ olan Allah olduğu için, aklî muhâkemeye muhâlif olarak şöyle bir durum ortaya çıkar: İllet olan Zât, kendisine illet olduğu ‘ma’lûl‘ün, yani ilmî sûretlerin ‘ma’lûl‘ü olur. Başka bir ifadeyle ma’lûl olan ilmî sûretler, kendilerinin ‘illet‘i olan Zât’ın îcâd edişinde illet olurlar; böylece Zât ‘ma’lûl‘ olmuş olur. Hâlbuki aklen ‘İllet olan şey kendi ma’lûlünün ma’lûlü olmaz‘ demek gerekirdi. Fakat tecellî ilmi bu hükmü ‘İllet olan şey kendi ma’lûlünün ma’lûlü olur‘ húkmüyle ortadan kaldırmıştır.
Bunu mertebelere göre söyleyecek olursak şöyle söylenebilir: İlk taayyün mertebesi, ikinci taayyün mertebesinin illet ve sebebidir; ikinci taayyün de ‘ma’lûl‘dür. Fakat ikinci taayyün mertebesinden sonra gelen mertebelerin zuhûru için, ikinci taayyün illet ve ilk taayyün îcâd ve yaratma işinde ikinci taayyünün ma’lûlü olur. Böylece ilk taayyün ve ikinci taayyün birbirini nakz eden (bozan), aynı zamanda hem illet ve hem de ma’lûl olma keyfiyetlerinin ikisini de kabul etmiş olurlar.
A. Avni Bey bunu bir misâlle şöyle açıklar: Hattatın yazdığı levhanın illeti hattatın varlığıdır. Hattatın vücûdu ‘illet‘ ve levhanın varlığı da o iâdlletin ‘ma’lûl‘üdür. Fakat o kimsenin nisbetlerinden bir nisbet olan hattatlık sıfatı olmasa, ondan bir levha yazmasını isti’dâd lisanıyla talep edemezdi; bu talep olmayınca da levha zuhûra gelemezdi. Şu halde levhanın îcâdına sebep olan şey, ‘levha sûreti‘nin hattattan, yani mûcidinden var olmayı istemesidir. İşte bu talepten dolayı, hâriçte ma’lûl durumunda olan levha, yani illete konu olan levha, hattatın kendisini zuhura getirme ve îcâd etmesinde illet olmuş olur. Bu bakımdan gerçekte illet olan hattatın varlığı, îcâd işinde, gerçekte ma’lûl görünen levha sûretinin ma’lûlü olmuş olur. Diğer bir ifâdeyle hattatın varlığı îcâd işinde hem illet ve hem de ma’lûl olduğu gibi, levha da hem illet ve hem de ma’lûl durumunda olur. Yani hattat bir bakıma ‘aktif‘ ve bir bakıma ‘pasif‘ olduğu gibi, levha sûreti de bir bakıma ‘pasif’ ve bir bakıma da ‘aktif‘tir.
Bu üçüncü mertebede taayyün eden her ilmî sûret, şehâdet âleminde görülen varlıkların her birinin ‘hakikat‘i ve onu terbiye eden ‘rabb-i hâss‘ıdır. Tasavvuf ıstılâhınca (terminolojisine göre) bu ilmî sûretlere ‘ayn-ı sâbite‘ (sâbit hakikat) ve bunların hepsine de ‘a’yân-ı sâbite‘ (sâbit hakikatler) denilir.
İkinci taayyün mertebesindeki bu ‘ilmî sûretler‘ hariçte varlık kokusu koklamamışlardır. Aslî olan ademleri üzere devam ederler. Şehâdet âleminde zuhûra gelmiş olan bütün varlıklar bu ‘a’yân-ı sâbite‘nin akisleri ve gölgeleridir.
Tasavvuf ıstılâhında bu mertebeye rubûbiyet hazreti (mertebesi), vahdet perdesi, memdûd zıll (yayılmış gölge), zıll-ı vahdet (vahdet gölgesi), menşeü’l-kesret (çokluğun menşei), nefes-i rahmânî ve hazret-i irtisam (resm edilme mertebesi) gibi isimler verilmiştir.”
No Comments