“İman Ve Kaygı: Allah’a Yakınlığın Uzaklığı”
Bu başlık altındaki yazı Ömer Türker‘in “Anlamı Tamamlamak İslâm Düşünce Geleneğinin Anadolu Coğrafyasındaki Bileşenleri” adıyla Ketebe Yayınları’ndan çıkmış kitabının bir bölümünü teşkil ediyor (s.107-111).
Bu bölümden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
Niyâzî Mısrî’nin şu sözünü koymuş yazar başlıkla yazı metni arasına: ‘Kaygıların hasıyım ad oldu insan bana’
“Ünlü âlim İbn Hazm Ahlâk ve Davranış Tarzları başlığıyla Türkçe’ye çevrilen eserinde der ki; ‘İstisnasız bütün insanların peşinden koştuğu tek hedefin ne olduğunu araştırdım ve bunun tek bir şey olduğunu gördüm: Kaygıdan kurtulmak.” (s.107) ‘Bu tespiti şu soruyu sormak için aktardığını belirtiyor: Müslümanın kaygısı nedir?’
“Müslüman kimliğine sahip insanlar olarak fiilen hayatımızı kuşatan şeyler sayısınca kaygılarımızın çeşitlendiği açıktır. Mal, mülk, aile, kadın, çocuk, iktidar,refah ve daha sayamayacağımız kadar çok sayıda kaygıyla çevrilmiş durumdayız. Dolayısıyla yazar soruyu şöyle değiştirerek öz olarak sormakta yarar görüyor: Müslümanın kaygısı ne olmalıdır? Bunu da ‘Dönemi, şartları, dili, mesleği, toplumsal konumu vs. ne olursa olsun salt Müslüman olmak bir insanı hangi hususta kaygıya iter?’ sorusuna indirgeyerek soruyor.” (s.108)
“Kuşkusuz bu soruya çeşitli kavramlardan hareketle cevap vermek mümkün olmakla birlikte bizzat insanın yaratılışından söz eden âyetler bize iki kavram sunar: Hilafet ve şeytan. Bilindiği üzere Kur’ân’da insanın yaratılış kıssası, Allah’a halife olmak ile şeytana uymak arasındaki gerilim üzerine kurulur. Halife kelimesi birinin ardından gelmeyi ifade ederken şeytan kelimesi uzaklık anlamını ifade eder. Buna göre insan Allah’ın ardında olmak ile O’ndan uzaklaşmak arasındaki gerilimle yoğrulmuş bir varlıktır. Zira ilâhî zâtın özel ismi olan ‘Allah’ lafza-i celâli dışındaki bütün isimler doğrudan doğruya bir ‘anlam’a ve dolaylı olarak da ilahî zâtâ delâlet eder. Dahası bizzat insanın ilahî isimlerin tamamıyla nitelenmesi, bir ismin Allah’a delalet yönünü kavramayı zorlaştırır. Mesela ‘veli’ ismi hem dostluğu hem de dostluğu taşıyan belirsiz bir zatı yani belirsiz bir öznenin dostluk anlamıyla nitelenmesini ifade eder. Bu belirsiz özne, insan hayatında bizzat yüce Allah olabileceği gibi dostlukla nitelenmeğe elverişli başka herhangi biri de olabilir.” (s. 108)
İnsanın etrafını çevreleyen bütün ilişkiler ağı, onu Allah’ın dostluğundan perdeleyebilir. İşte insan, Hakk’a delaleti dolaylı olan bu isimler içinde Hakk’ın ardında olmak ve Hakk’ın kendisini bulmakla sınanma ayrıcalığına sahiptir. Bu, talihsiz bir ayrıcalık da değildir. Zira insan, bütün isimlerin nihai sahibi olan Allah’a ilişkin ma’rifetin yüksek ifadesi olan vahiyle desteklenmiştir. Yani insan idraki, nitelendiğimiz isim ve sıfatların, zihnimizdeki anlamları ve hayatımızdaki somut karşılıklarının gizlediği gerçek Zat’ı hatırlatan (zikr) âyetlerle süslenmiştir. Müslüman olmanın insana yüklediği kaygı tam da bu noktada gösterir kendini: Hakk’ın hemen ardında olarak isimlerin yüceliğine ulaşma kabiliyetine sahip olan insanın, O’ndan uzaklaşarak bu kabiliyetini heder etmesi.” (s.109)
Aslına bakılırsa Kur’ân bize bu durumun Müslüman’ı değil, insanı nitelediğini öğretir. Çünkü Kur’an’da pek çok yerde anlatılan Âdem kıssası insan üzerine bir anlatıdır ve halifelik kabiliyetini insana atfeder. Dolayısıyla insanı gerçek anlamda insan yapan şey, aynı zamanda onun halife olmasını sağlayan şeydir. Dilciler ‘insan’ kelimesinin kök anlamının, ünsiyet yahut unutmak olduğunu söylerler. İnsan neye ünsiyet peyda etmişse onun ardında ve ona yakındır. Fakat bir şeye ünsiyet başka şeyleri unutmağa sebep olur. Bu bağlamda insan ünsiyet kazanmadığı şeyden yüz çevirir, uzaklaşır ve nihayet onu unutur. Nitekim bir âyette ‘Allahı unutan, bu sebeple de Allah’ın onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın‘(Haşr, 59/19) denilmiştir. Peki Allah’a ünsiyet veya Allah’a yaklaşmak insana neyi unutturur? Sorunun cevabı açıktır: İnsanın ilahlaştırdığı yahut Allah yerine koyduğu sahte tanrıları. Yani Allah’a yaklaşmanın unutturduğu şey, yine Allah’a ait olan isimler ve sıfatlar değildir, tam tersine insanın herhangi bir gerçekliği olmayan evhamı / kuruntularıdır. Kulluk (ubudiyet) kelimesinin hiçbir şeye sahip olmamak anlamını ifade etmesinin bir nedeni de budur. Şu halde salt Müslüman olmanın insanda oluşturması gereken kaygı, Allah’tan uzaklaşma veya tersinden ifadesiyle Allah’a yaklaşma kaygısıdır.” (s.109-110)
“(…) Kaygının Allah olması ve insanın bütün benliği ve fiilleriyle kendisini Allah’a teslim ederek değerini Allah’tan türetmesi İslâm dininin ta kendisidir. Nitekim Gazzâlî’nin kalpte Allah lafzının silinip Allah anlamının kalmasıyla kastettiği şey, Allah’a ilişkin fiziksel varlığın ötesine geçen ve onu önceleyen metafizik bir idraktir. Zira İslam adı üstünde Allah’a teslim olmaktır ve ancak böylesi bir idrak Allah’a teslimiyeti bütün mecazlardan kurtarabilir.” (s.111)
No Comments