İnsân-ı Kâmil adlı eserden (te’lif: Abdülkerîm el- Cîlî, tercüme: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yay. Haz.: Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yay.) Kâmil İnsan hakkında (Altmışıncı Bâb) alıntılamalar
“İnsân-ı Kâmil Hz. Muhammed’den (s.a.v.) ibârettir. O Hakk’a ve halka mukâbildir. Şurasını da bil ki, bu bâb bu kitapta mevcut olan bâbların hepsinin özetidir. Dahası kitabın başından sonuna, ne kadar izâhât varsa, bunların hepsi bu bâbın şerhidir. Bu hitâbı anla!
Şunu da bil ki, insânî tür ferdlerinden her ferd, bütün kemâliyle diğer insanî ferdin nüshasıdır. Birisinde bulunan şeyin diğerinde de bulunması zarûrîdir. İstisnâî birkaç ârıza bulunmadıkça anılan düstûra muhalif insan bulunmaz. Anlatıldığı üzere ârıza bulunmadığı takdirde insan ferdlerinden iki insan ferdi birbirine mukâbil birer aynadır. Birinci aynada bulunan, ötekinde de bulunur. Ne ki, eşya (şeyler) yâni mevcûdat bazı insanlarda bi’l-kuvve (potansiyel olarak), bazılarında ise bi’l-fiil (fiilen) mevcuttur.
Eşyâ kendilerinde fiilen bulunan kişiler, nebîler (peygamberler) ve velîlerden kâmil olanlardır. Bunlardaki kemâlde de farklılık vardır. Bazıları kâmil, bazıları ekmeldir (en kâmil). Varlık âleminde Hz. Muhammed (s.a.v.) kadar kemâliyle beliren (zuhur / taayyün eden) başka bir kimse ortaya çıkmamıştır. Hz. Muhammed’in kemâlâttaki tekliğine ahlâkı, hâlleri, fiilleri, sözleri şâhid ve delîldir. Hz. Muhammed tam anlamıyla Kâmil İnsandır. O’ndan başka kâmil olan nebîler ve velîler, kâmilin ekmele ve fâdılın efdale katılması gibi, Hz. Muhammed’e ilhâk edenlerdir (katılanlar). Ben eserlerimde insân-ı kâmil lafzını söylediğimde, murâdım Hz.Muhammed’dir. O’nun yüksek makâmı, en kâmil yer sırasına öyle uymak farz olunduğunda, maksadımız bu olacağında şüphe yoktur. Bununla birlikte, benim ‘insan’ lafzıyla adlamamda mutlak ‘Kâmil İnsân’ makâmına işâretim ve uyarmalarım da vardır. O tenbîhe âit ibârelerimin de Hz. Muhammed’den başkasına nisbet olunması câiz değildir. Çünkü ittifakla İnsân-ı Kâmil O’dur. Mahlûkât ve mahlûkâtın Hâlıkı katında Hz.Muhammed’e mahsûs olan fazîletler bir kâmilde mevcut değildir. ‘ed-Dürretü’l-vâhide fi’l-lüccet-i’s-sâide’ diye adladığım kasîdeyi Hz. Muhammed hakkında söyledim. ” (s. 372-373)
Bir kalp ki, içinde bulunan vecd ateşi tamamiyle rûha itaat etmiştir ve o kalbin sırrı ve düşünen-konuşan sır olan lisanı, o kalbi çekiştirenlere isyân eylemiştir.
İşte o kalb Medine’de ‘Akîk’ denilen mahalli ve o mahaldeki ahbâbı kayb ettiğinden dolayı gözlerinden döktüğü yaşları ‘akîk’ şekline sokmuştur.
O kalb aşk ve hasretle uykusuzluğa ülfet etti ve Medine’yi unutamadı. Güya gözlerinin bebeği, kirpiklerinin üstünde tuttuğu yaş taneleri ile Sühâ yıldızına nazîreler teşkil etti.
O kalb, diyâr uzaklığından, yani sevdiklerine uzak düştüğünden dolayı ağlamaktadır. (…)
(…)
Göz yaşından hâsıl olan deniz, incilerini dışarı atarak o incileri hitama erdirmiş ise de, nihayette o denizin mercanları zuhûr etmiştir. Yani göz yaşı bitmiş ve yerine kan akmağa başlamıştır.
(…) (s. 373)
No Comments