İnsân-ı Kâmil isimli eserden alıntılar

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin (H.767 İran’ın Cilan kasabası veya Bağdat’a yakın Cîl kasabası doğumlu) İnsân-ı Kâmil fi- Ma’rifeti’l – Evahir ve’l- Evail isimli bu eseri Abdülaziz Mecdi Tolun (1865 Balıkesir Okçukara Mah. doğumlu; Şam ve Girit’te bulundu; İkinci Meşrutiyetten sonraki ilk seçimlerde ve 1920’deki IV. Dönemde iki defa mebus oldu. Cumhuriyet’ten sonra hiçbir resmî görevi kabul etmedi; evinde özel olarak dinî ve tasavvufî sohbetler verdi. 1941’de İstanbul’da vefat etti.) tarafından tercüme edilip merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, günümüzde Prof.Dr. Ekrem Demirli , Abdullah Kartal ekibince yayına hazırlanmıştır ( İZ Yayıncılık, 4. Baskı: 2015 )

“Tasavvufta Varlık meselesi, çok kısa olarak Hz. Peygamber’in “Allah var idi, onunla beraber başka bir şey yoktu” hadisini tamamlayan “şimdi de, olduğu gibidir” cümlesiyle özetlenebilecek bir mahiyet arz etmektedir.”

“Her türlü taayyün (belirme) ve kayıttan bağımsız olan Mutlak Varlık veya Vücûd-ı Hak, bulunduğu amâ ya da la-taayyün mertebesinden, kendi zatını ve kendisinde mündemic (içkin) olan kabiliyet ve sıfatları bilmek murat ettiğinde, belirli bir taayyün sırasıyla çeşitli mertebelerde zuhur etmiştir. Hak, kendi mutlaklığında baki kalmakla beraber, mukayyet (kayıtlı) varlığı ile ilâhî ve kevnî (kozmik) çeşitli mertebelerde tenezzül etmiş (inmiş), s çünküiva dediğimiz Hakk’ın gayrısı ve gerçekte müstakil bir varlığı olmayan izafi varlık meydana gelmiştir. Böylece kesret (çokluk) ya da âlem,Hakk’ın kemalinin tecelli ettiği mazharlardan ibaret olmaktadır.”

” Cîlî, bu kitapta genel olarak Varlık problemini ele alır ve özellikle Tasavvuf Tarihinde Varlık meselesini en geniş şekilde inceleyen İbnü’l-Arabî’den aldığı felsefî ve tasavvufî ıstılahları (terimleri) İbnü’l-Arabî’nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Abdülkerim Cîlî’nin de Varlık hakkındaki nihai tasavvuru kendisinden önceki sûfilerin de ifade ettiği “Varlık, özü ve hakikati itibarıyla bir ve aynı şeydir. Kesret ve taaddüd ise izafidir.” görüşünden ibarettir. Bu düşünce de vahdet-i vucûddan başka bir şey değildir.”

“Cîlî, varlığın ve kendileriyle muttasıf olduğu sıfatların birliği görüşüne sahiptir. Cîlî, burada sıfatlarla ilâhî zâtın vasıflandığı sıfatlar veya bizzat Hakk’ın kendileriyle vasıflandığı sıfatları kast etmektedir. Cîlî’ye göre sıfatlar İbnü’l-Arabî’de de olduğu gibi âlem diye isimlendirdiğimiz haricî varlıkların aynıdır.”

“Cîlî’nin varlığın tabiatı ile ilgili doktrini İbnü’l-Arabî’den mülhem üç eksen etrafında dönmektedir; bunlar zat, sıfatlar ve isimlerdir. Cîlî’ye göre Sıfat, mevsuf (sıfatlanan) hakkında bilgi veren şeydir. O’na göre sıfatlar ile meydana geldiği hakikatler arasındaki fark, ancak olgular âlemi için söz konusudur. Çünkü sıfat, bu âlemde mevsufun (vasıflanan/ sıfatlanan) aynı değildir. Ancak hakikat âleminde, yani bâtın âleminde gayriyet yoktur. İlahî Zât, ya da Mutlak Varlık ilâhî sıfatların aynıdır. Âlem, mazharlarda tecellî eden ilâhî sıfatların dışında müstakil bir şey olmadığına göre, şöyle diyebiliriz: ilâhî zât ve âlem, ya da Hak ve halk hakikatte aynı şeydir.”

“Cîlî, haricî âleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göstermez. Bununla birlikte haricî âlemin Hakk’a nisbetinin ‘kabuğun öze’ nisbeti gibi olduğunu söyler.”

“Mutlak Varlık ya da ilâhî zât ise gayb âlemidir. İbâreler ile idrâk edilemez, işaretlerin bilinmesiyle anlaşılamaz. Çünkü herhangi bir şeyin bilinmesi, kendisine uygun veya kendisine zıt bir şey ile mümkündür. Hâlbuki zatın varlıkta ne benzeri ne de zıddı vardır. Akıl, kendi mertebesinde zat hakkında hiçbir bilgi elde edemez. Ancak isim ve sıfatların perdelerini aşıp, mahlûkattan ibâret olan zâhir varlığa bakarsa, hakikatin bütün zıtları ihtiva eden bir ‘öz’ olduğunu anlar: hakikat ezelî ve ebedî, hak ve halk, kadim ve hâdis, rab ve abd, zâhir ve bâtın, vacib ve mümkün, mefkud ve mevcûd, sâbit ve menfî ve buna benzer zıtlıklardan ibarettir. (…) Hakikate zat açısından bakıldığında, hak denir; sıfatlar ve isimler yönünden bakıldığında ise, halk denir. Zât, sıfatlar ve isimlerin ‘ayn’ıdır.

“Varlığın tabiatı ile ilgili üçüncü esas, ilâhî isimlerdir. Cîlî, ‘ism’i mutlak olarak müsemmâyı (adlananı) anlaşılır kılan, hayalde canlandıran, vehimde hazırlayan, düşüncede tasarlayan, hatırda koruyan ve akılda var eden şey olarak tanımlamaktadır. Müsemma, mevcut veya ma’dum olsun ya da hazır veya gaib olsun farketmez. İsmin müsemma ile ilişkisi, zâhirin bâtın ile ilişkisi gibidir. Bu açıdan isim müsemmanın aynıdır. (…)”

“Hak ancak halktan ibaret olan isimleri ve sıfatları ile bilinebilir. Hadîs-i kudsîde şöyle denmektedir: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim; ve mahlûkatı yarattım. Beni onunla bildiler.”

“Bütün kemâller Allah isminin feleği altında gizlidir. Allah’ın kemâlinin ise nihayeti yoktur. Çünkü Hakk’ın kendi nefsinden izhar ettiği her kemâlin gaybında daha büyüğü vardır. Bütün mahlûkât ilâhî kemâlâtın mazharlarıdır (zuhur yerleridir) veya Cîlî’nin ifadesiyle zâtın arşıdır. (…)”

“Cîlî’ye göre varlık meselesinde en önemli kavramlardan birisi olan ulûhiyet, varlıkla ilgili hakikatlerin toplamından ibarettir. Diğer bir ifade ile ulûhiyet, bütün ilahî ve kevnî mertebeleri içeren bir hakikattir ve her hak sahibine varlıktan hakkını verir. Ayrıca ulûhiyet, zâtın en büyük mazharıdır (zuhur yeridir). (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked