İnsân-ı Kâmil (Kâmil İnsan)
Abdülkerîm el-Cîlî‘nin bu eseri Abdülaziz Mecdi Tolun tarafından tercüme edilmiş, Yrd. Doç.Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal Yayına Hazırlamışlardır. (İZ Yayıncılık, İslâm Klasikleri dizisi:19, 4. Baskı, İstanbul,2015)
Abdülkerim el- Cîlî 15. yüzyılda yaşamış ve verdiği eserler ile kendinden sonraki dönemlerde ciddî tesirleri olmuş bir mutasavvıftır. Kaynakların verdiği bilgilere göre H.767 tarihinde İran yakınlarındaki Cilan’da doğmuş, tasavvufî eğitimini İsmail el- Ceberiti yanında ikmal etmiştir.
Bu kitaptan yer yer yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
” Halbuki bir zamandayız ki, hakikate incizâb (çekme) güneşleri, mürîdlerin (bir yolda olanların) kalbleri semâsından kayb olmuş ve sâliklerin (bir yolda olanların) semâvât (gökler) tasavvurlarından aylar açılması batmış; sâliklerin (yolda olanların) himmetleri zaafa uğrayarak, azîmet (gidiş) yıldızları batmıştır. Onun için bu denizde yüzenlerin selâmete ulaşanları az olduğu gibi, sonsuz sahrâlarının helâkından kurtulanlar da nâdirdir.”
Üç beytin tercümesi
“Bu yüce maksattaki menzil o kadar yüksektir ki, bunun yolu ehvâl ( korkunç şeyler) ve ahvâl (hâller) ile örtülü olup; o yolda siyah mızraklar dikilmiş, yeşil süngüler ve kesici kılıçlar dizilmiştir. Ve o yolun bazı yerlerinde berk-ı hâtıf (şimşeğin göz kamaştırması) alevlendiği gibi, şiddetle itirazlar rüzgârları esmekte bulunmuştur.
Halbuki ben telif ettiğim bu kitabı, sahih keşf üzerine kurduğum gibi meselelerini de sahîh haber ile teyîd etmiştim. O kitabın ismini “El– İnsânü’l–Kâmil fî Ma’rifeti’l-Evâhiri ve’l-Evâil” diye adlandırdım.
O kitaptaki teblîgâtı (tebliğleri) tamamladığım ve gerekli tariflere giriştiğim zaman, hatırıma bu meselenin bir tehlikeli iş olduğu tahkîkî meselelerin önemi ve benim bu kapıdaki malûmatımın azlığı hatıra geldi. Bu hatıra sebebiyle o telif edilmiş kitabı parçalayarak, perişan bir halde ve âdetâ yok denecek bir derecede bir tarafa attım. O gunes battı, cemâl vechine hicâb perdesi çekildi. Bu sûretle kitap son derecede unutulmuş bir hâle gelerek, eser mastûr olduktan (yazılmış olduktan) sonra, haber mestûr (örtülü) oldu. Böyle bir tuhaf iş meydana getirdiğim için “İnsanın üzerine dehirden (dünya, zaman) âdetâ hatırlanamayacak zaman gelmiş ve geçmiştir” manâsına olan İnsan, 76/1 âyetini okudum. ‘Hâl lisânı, söz latîfi ile ‘Cahûn‘ denilen Mekke tepesiyle Safâ denilen mahal’le kadar gûyâ hiç ünsiyet edecek kimse olmadığı gibi, Mekke-i Mükerreme’de de hiçbir müsâmere vukû bulmamıştır‘ manâsına olan arabî beyti söyledim.
İşte bu sûretle kitap mefkûd (bilinmeyen, yok) ve eseri gayr-i mevcûd olduktan sonra, ilâhî ilham ile Hak bana kitabın meydana çıkmasını ve beyânâtın tasrîh olmasını(açık açık söyleme) ve ilgâz (maksadı gizleme) arasında olmasını emr ettiği gibi, bu kitaptan genel faydalanma olacağını da va’d etti.
Evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın esmâsından bahs edeceğiz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a delâlet eden, esmâdır. Esmâ-i ilahiyyeden sonra, sıfât-ı ilâhiyyeden bahs edeceğiz. Sıfât-ı ilâhiyyede Zâtın kemâli mütenevvi ve mecâli-i Hak’dan evvelâ zâhir olan sıfât-ı ilâhiyyedir. Sıfâttan sonra zuhûrda ancak Zât vardır. Şu izaha nazaran sıfât mertebesi, esmâ-i ilâhiyye mertebesinden a’lâdır.
Sıfât-ı ilâhiyye’den sonra, Zât-ı ilâhiyyeden bahs edeceğiz. Ancak izâhâtımız ibârelerin imkânî müsâadesine mebnî (yapılmış) olacağı gibi, izâhatta, sûfiyye katında mustalih (ıstılahlı/terimli) olan izah şekline inme zorunlu görülmüştür.
Bu kitapta öyle sırlar üzerine tenbihâtta bulunacağım ki, hakikat ilmî vâzıı o sırları hiçbir kitaba sokmamıştır. (…) O bahisler Kur’ân-ı Kerîm ve ahâdîs-i şerife ile teyîd edilmiştir. (…) Îmân ve teslîmden başka marifet yolu yoktur.
İdrâkten aczi idrâk, bir tür idrâktir. İdrâke ulaşmaktan acz, idrâktir. (Hz. Ebû Bekir r.a.)
“İnsanı hakikatte hayrette bırakan ve kimsenin görmediği büyük beyaz bir kuştan ibâret olan o Ankâ’nın, altıyüz kanadı ve yukarıya yukselme için, bin aded uçma âleti vardır. Harâm onun yanında mübâhtır. (…) Yine dedim ki: “Bu kuşun mahalli neresidir?” Cevâben dedi ki: “Genişlik ve kudret madeniyle hayret mekânındadır.” (…) İşte o sırada hayret denilen deryâya müstağrak (batmış) oldum. (…) Sıddîk-ı Ekber’in “İdrâkden aczi idrâk, bir tür idrâktir” demesi yerindedir. (…) Zât-ı ilâhînin varlıkta ne münâsibi, ne mutâbıkı, ne de münâfîsi (zıddı) vardır. Dolayısıyla ıstılah (terim) bakımından onun manâsı için kelâm ve ifade yoktur.”
.
No Comments