‘İnsân-ı Kâmil’den alıntılar
Abdülkerîm el- Cîlî‘nin bu eseri Abdülaziz Mecdi Tolun tarafından tercüme edilmiş ve merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal ekibince yayına hazırlanmıştır. İZ Yayıncılık 4. Baskı, 2015.
“Cîlî, bu kitapta genel olarak ‘varlık‘ meselesini ele alır ve özellikle Tasavvuf Tarihinde Varlık meselesini en geniş şekilde inceleyen İbnü’l- Arabî’den aldığı felsefî ve tasavvufî terimleri, İbnü’l-Arabî’nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Bu düşünce de vahdet-i vücûd‘ dan başka bir şey değildir. (…) Cîlî’nin varlığın tabiatı ile ilgili doktrini İbnü’l- Arabî’den mülhem üç eksen etrafında dönmektedir; bunlar zât, sıfât ve isimlerdir. Cîlî mutlak olarak sıfatı, ‘mevsufun hâlini bildiren veya hâlinin bilgisine ulaştıran şey (dipnot: Cîlî, el-İnsânü’l-Kâmil, s.20.) şeklinde tanımlar. Yani Sıfat, mevsuf hakkında bilgi veren şeydir. Onun görüşüne göre, sıfatlar ile meydana geldiği hakikatler arasındaki fark, ancak olgular âlemi için söz konusudur. Çünkü sıfat bu âlemde mevsufun aynı değildir. Ancak hakikat âleminde, yani batın âleminde gayriyet yoktur. İlâhî Zât, ya da Mutlak Vücûd, ilâhî sıfatların ‘ayn’ ıdır (hakikatidir). Âlem, mazharlarda (zuhûr yerlerinde) tecellî eden ilâhî sıfatların dışında müstakil bir şey olmadığına göre, şöyle denilebilir: ilâhî zât ve âlem ya da hak ve halk hakikatte aynı şeydir. Cîlî, haricî âleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göstermez. Bununla birlikte haricî âlemin Hakk’a nisbetinin, ‘kabuğun öze’ nisbeti gibi olduğunu söylemekte.
Mutlak vücûd ya da ilâhî zât ise gayb âlemidir; ibâreler ile idrâk edilemez, işaretlerin bilinmesiyle anlaşılamaz. Çünkü herhangi bir şeyin bilinmesi, kendisine uygun (münâsip) veya kendisine zıt bir şey ile mümkündür. Oysa zâtın varlıkta ne benzeri, ne de zıddı vardır. Akıl kendi mertebesinde zât hakkında hiçbir bilgi elde edemez. Ancak isim ve sıfatların perdelerini aşıp, mahlûkattan ibaret olan ‘zâhir (görünür) varlığa’ bakarsa, hakikatin bütün zıtları içeren bir öz olduğunu anlar.
Fikir, hazret-i Muhammed’den mahlûk olan bâkî melâikenin aslıdır.
“Fikir ufuklarda değil, nefisler âlemi zulmetlerinde olan bir nûrdur.”
” Zeki olan kimsenin kalbi, bir nûr ile savâbı (doğruluğu, dürüstlüğü) bulur.”
“Lâkin fikrin sürçmeleri, yağmur tanelerinden ve otsuz-susuz çöllerin kumlarından daha çoktur.”
“Fikir için usûl vardır. Civânmerd olan kimse, bu usûle riâyet ederse, o usûl kendisini nekâis-i akliyyede (aklî noksanlarda) hatanın galebesinden korur.”
“Yâ Rabbi! seni idrâkte hayretteyim!”
“Ey hakikat tâlibi bil! Mutlak zât, esmâ ve sıfâtın varlıkta değil, belki taayyünde aslı ve müstenidün ileyhi olan şeydir.”
“Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine marifetin yolu, isimleri ve sıfatlarındandır. Çünkü esmâ ve sıfâtının hepsi bu Allah isminin altında dâhildir. Dolayısıyla esmâ ve sıfâtın tavassutu olmadıkça Hakk’a vusûl mümkün olmadığı âşikârdır. Bu îzahtan Allah Teâlâ’ya bu isim, yani Allah ismi yolundan başka yol ile vusûl imkânsızdır. Hakîkatle tahakkuku itibariyle vücûda varlık kazandıran, bu Allah ismidir. (…)
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bu Allah ismini, insan için mir’ât yaptı. İnsan vechi ile o mir’âta bakarsa “Allah var, O’nunla beraber hiçbir şey yok” sözlerinin hakikatini bilir ve sem’inin sem’ullâh olduğu; basarının, basarullah olduğu; kelâmının kelâmullah olduğu; hayâtının hayâtullah olduğu; ilminin ilmullah olduğu; iradesinin irâdetullah olduğu; kudretinin kudretullah olduğu kendisi için münkeşif (keşfolunmuş) olur; ve bu inkişâf asâlet yolu iledir.
Yine o sûrette bunların hepsinin kendisine nisbeti âriyet (ödünç /eğreti) ve mecâz yoluyla ve Cenâb-ı Hak için mâlikiyet ve hakîkat yoluyla olduğu kendisinin malûmu olur. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da: “Allah sizi ve sizin fiillerinizi yaratmıştır” buyurmuştur.”
No Comments