“İnsan varlığındaki üç nûr”
M. İbn Arabî‘nin (1165-1240) “Tedbîrât-ı İlâhiyye” adlı eserini okuyup anlamaya çalışmamızı, merhum Ahmed Avni Konuk‘un (1868-1938) bu eserin tercüme ve şerhini 1925 yılında, yani harf inkılabından birkaç sene önce tamamlamasına ve o tercüme ve şerhin de 1990’lı yılların başlarında günümüz Türkçesiyle değerli hocamız Mustafa Tahralı tarafından yayına hazırlanmış olmasına borçluyuz. Bu kıymetli eserden başlıkta belirttiğim konuyu olabildiğince kısa ve öz olarak aktarmaya çalışacağım. Yer yer parantez açarak bazı kelimelerin ve ifadelerin karşılıklarının bir kere verilerek anlaşılmasını sağlamayı gerekli gördüğümü belirtirim.
“Envârın (nûrlar) üç olduğunu evvelce zikr etmiş idik: Nûr-i hayât, nûr-i akıl, nûr-i yakîn. Nûr-i hayât, nefs-i hayvaniyye(hayvânî nefs) şuâ’ının (ışıklar) in’ikâsıdır (yansıması). Onun illetleri (hastalıklar, sakatlıklar) üçtür: ‘Rân’, ‘hicâb’ ve ‘akıl’. (rân: isyan ve günahları işlemekten dolayı kalbe gelen perde, kararma; hicâb: kalb aynasına varlıklarla ilgili sûretlerin izlerinin düşmesi ki, talep edilenin görülmesine engel teşkil eder, ve akıl: ilim nûrundan bir şey kazanmayıp kendi tahminlerine tâbi olmasıyla engel olur.) Ve onların cümlesi Kur’ân’da mezkûrdur (anılmıştır) (‘Rân’ hakkında: Mutaffifîn, 83/14; ‘hicâb’ hakkında: İsrâ, 17/45; ve ‘akıl’ hakkında: Furkân, 25/44) . Ve onların maddeleri âlem-i şehâdette (içinde yaşamakta olduğumuz âlem) sıfât-ı beşeriyye-i zâhiredir (görünür insanî sıfatlar). İşte bu makamda kalbe hâsıl olan emrâzdır (illetler, hastalıklar). Bu, ancak nefs-i emmâre-i behîmiyye (hayvânî emredici nefs) cihetindendir. Hak Teâlâ bu hakikate (Asr, 102/2) âyet-i kerimesinde işâret buyurur. Ve cevher-i akıldan (akıl cevherinden) onun şuâ’ının in’ikâsıyla kalbe hâsıl olan nûra (nûr-i akıl) gelince, onun illeti nefs-i gazabiyyedir (gazabla ilgili nefs). Onun bir ateşi vardır ki, kalbi pişirir ve yakar. İmdi ondan kalb üzerinde bir duman çıkıp akıl ve kalb arasına hâil (engel) olur. Böyle olunca madde münkatı'(kesilmiş) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) kalb muzlim (karanlık) olur. Ve bu duman o gıtâ ve kinn ve gışâvedir (her üçü de ‘perde’ anlamında). Eğer tekâsüf ederse (yoğunlaşırsa) amâya (körlük -manevî anlamda-) müeddî (sebep) olur. Velâkin sudûrdaki (sadırlar, göğüsler) kalbi körletir. Ve burada sudûrun zikrinde bir işâret vardır. Biz onu sana terk ettik. (Eseri şerh eden merhûm Ahmed Avni Konuk bu konuda şerh kısmında şöyle demiş:” ‘Sudûr’ lafzındaki işaret hakkında fakîre belli olan manâ şudur: ‘Sadr’ ‘sîne’ manâsına geldiği gibi, ‘bir şeyin öncesi ve yukarısı’ manâsına alındıkta, kader sırrına işaret olunur. Zira her ferdin ayn-ı sâbitesi (sabit hakikati) kendinin masdarıdır (sudûr yeri, temeli, aslı). Bundan olayı Hacc, 22/46 âyet-i kerîmesinde ilâhî ilimde hakikati şakîlikle sâbit olanlara işaret buyrulur. Yani onların görme duyguları kör değildir. Şehâdet âleminde (bu âlemde) ezelî şakî ile ezelî saîdin (mutlu) görünür gözleri evrenle ilgili gözlemde eşittir Velâkin onların ‘sudûr’da ve ezelde ilâhî ilimde sâbit olan hakikatleri gereğince kalbleri kördür. Ve onlar ezelî kördür.” Ve nûr-ı yakîne gelince, ki o emel-i aksâdır(en son emel); imdi onun illeti kalbden adem-i ihlâs (ihlas yokluğu) ve a’mâl-i mahmûde ve mezmûmeye (övülen ve kınanan ameller) nazar ile kabz olup (tutulup, kavranıp) onunla aynü’l-yakîn (yakîn/kesinlik gözü) arasına engel olur. Eğer i’râz ederse (dönerse), elbette ondan hicâb zâil; ve inşirâh vâkı; ve envâra muttasıl (bitişen); ve âyât (âyetler, işaretler) ve acâib (tuhaf şeyler) zâhir olur. Ve bu faslın tahkîki (hakikat ve aslına erme) Hak Teâlâ’nın (Nûr, 24/35) kavlinden (söz) (NÛr, 24/40 kavline kadar nazar eden (bakan, düşünen) kimse hakkındadır. Burada envârın mukâbilinde sana hicâblar zâhir olur ki, (Câsiye, 45/5) yani “Taakkul eden (akleden, düşünen) tâife için (açık) alâmetler vardır.” (Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, M. İbn Arabî, Terc. ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Mustafa Tahralı, İz Yay., 6. Baskı, 2013)
No Comments