İslâm Felsefesinin Özgünlüğü
İlhan Kutluer‘in YİTİRİLMİŞ HİKMETİ ARARKEN kitabının (İZ Yayıncılık, 4.Baskı 2017) “İslâm Felsefesi Hangi Anlamda Özgündür?” başlıklı bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“İslâm felsefesini yapanlar ile yazanların anlam dünyaları tam olarak kesişmiyor olabilir; ancak bu geleneği üretenlerin özgünlükten anladıklarını yeniden keşfetme çabamız, öncelikle geleneğin ruhuyla paralellik taşımak zorundadır. Bizim bugünkü hareket noktalarımız ile İslâm’ın klasik çağında bir felsefe geleneği üretmeye çalışanların varmak istediği yer arasında bir gaye farkı varsa yaptığımız tartışmanın ne ölçüde sahici olduğu konusunda kuşkular taşımamız gerekir. Demek ki iki anlamlı varsayımı ortaya koymak durumundayız: a. İslâm filozofları genel felsefe etkinliğinin ruhuna uygun bir entelektüe gelenek inşa etmeyi özgün bir tutum olarak benimsemişlerdir; b. İslâm filozofları felsefî araştırmalarını genel felsefe tarihine anlamlı biçimde eklemlenebilen ve fakat kendine özgü nitelikleri haiz bir entelektüel etkinlik olarak kavramışlardır.
Bu iki varsayım açıktır ki özgünlük kavramını İslâm felsefesinin kendisi olarak var oluşu ve onu kendisi kılan mahiyetiyle irtibatlı duruma getirmektedir. Çünkü bir kültür coğrafyasında felsefenin var olabilmesi başlı başına özgün bir değeri ifade ettiği gibi bu felsefenin, içinde hayat bulduğu sosyo-kültürel paradigmada kendine özgü nitelikler kazanması da bizatihi özgünlük değerine atıfta bulunur.” (s.112-113)
” Dârü’l -İslâm’da bir felsefe geleneği inşa etmek isteyen İslâm filozoflarının entelektüel yönelişleri itibarıyla özgün bir tutum içinde olduklarını varsaymak her şeyden önce felsefenin ruhuna uygun olacaktır. (…) Şu halde meseleyi tartışmaya felsefenin mevcudiyeti ile özgünlük arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurmakla başlamış oluyoruz. (…) Buna karşılık aynı medeniyetin çocukları içinde bazılarının, adı bile tercüme edilmiş bir terim olan el-felsefe’nin Dârü’l-İslâm’ın entelektüel bir ihtiyacına karşılık geldiğini fark etmeleri, bu ihtiyacı karşılamak için bir dönem bizzat hilâfet merkezi tarafından desteklenen bir projeyi yürütme azmi içinde olmaları ve bunu daha başından itibaren etkili olma istidadı gösteren marjinalleştirici eleştirileri göğüsleme pahasına ısrarla sürdürmeleri ciddî ve bence özgün sayılması gereken bir duruşu simgelemektedir. Onların felsefî araştırmanın kendi başına taşıdığı, yine kendine özgü sayılması gereken değerin ayırtına varmış olmaları, din eksenli düşünce üretimi ihtiyacının kelâm ilmî tarafından zâten karşılandığı şartlar altında dikkat çekici bir tutumdur.” (s.113-114)
“Mutezile kelâmcılarının son derece dinamik bir entelektüel gayret içinde oldukları, dinin aklî açıklaması, yorumu veya müdafaası adına neredeyse ihtiyacın tümünü karşılama iddiası taşıdıkları bir kültürel ortamda adı kelâm değil felsefe olan aklî bir gelenek inşa etmenin gerekçesi neydi? Böyle bir yöneliş içinde bulunan entelektüeller, genelde din bilginlerinin, özelde kelâmcıların fark etmediği neyi farketmişlerdi? Cevap şudur: Felsefenin kendine özgü, özerk ve özgün bir alan olduğunu, insan aklının özel bir imkânını temsil ettiğini, bu imkânı billurlaştıran bir metodolojiye vurgu yaptığını ve daha önemlisi, dinî düşünce ihtiyacının ötesinde ilmî (bilimsel) düşünce ihtiyacına karşılık geldiğini…
Nitekim felsefede özgünlük fikrini kavramak her şeyden önce felsefenin kendine özgü bir alan olduğunu kavramaktan geçer. Felsefenin ne olduğu ve/veya ne olmadığı, bir kültürün gelişiminde ne tür ufuklar açtığı meselesi kavranmadan özgünlük fikri tartışılamaz. Öncelikle onun ne olmadığı konusunda şu söylenmelidir: Felsefe dinî teolojinin tartışmacı yöntemine, özel bilimlere ait sonuçların eğretiliğine ve edebiyatın imgesel diline indirgenmeyecek bir etkinliktir. Klasik İslâm filozofları da bu tesbiti yapmış ve felsefe düşünsel, bilimsel ve sanatsal etkinliğin teorik temellerini atan bütüncül bir ilimler sistemi olarak kavranmıştı. Dinî teoloji, bilim ya da edebiyat hakikati araştırma işini yerine getiriyorsa felsefeye ne gerek olduğu şeklinde bir soru onların indinde anlamsızdı. (…)” (s.114)
“Felsefenin özerkliği ile felsefede özgünlük arasındaki ilişki hakkında bu kadarıyla yetinip şunu belirtmeliyiz ki İslâm filozoflarının ulaşmak istedikleri ve nispeten başardıkları bir felsefe geleneği inşa etme gayesi İslâm medeniyetinin tarihî iç dinamikleri açısından bakıldığında bizatihi özgün bir değeri ifade etmektedir. Yani demek istiyoruz ki onların İslâm medeniyeti bünyesinde bir felsefe geleneği inşa etmiş olmaları, hem evrensel felsefe birikimine hem de bu medeniyetin entelektüel açılımına yapılmış özgün bir katkıdır. (…) Peki, bir felsefe geleneği inşa etmek isteyen filozoflar yönlendirici bir fikir olarak özgünlük tasavvuruna sahip mi idiler? (…) Belirtmek gerekir ki onların zihinlerinde felsefede özgünlükten önce felsefe tarihinde süreklilik fikri öncelikliydi ve onlar kendilerinden önceki felsefî birikimi ortaya koyanlara müteşekkir olmak konusunda daima istekli davrandılar. Süreklilik fikri öteki kültür coğrafyalarında üretilmiş birikime anlamlı bir şekilde eklenmek, ona katkıda bulunmak ve onu geliştirmek amacına yönelikti. (…)
Şu açıktır ki İslâm filozoflarının yaptıkları işi kendi dinî kimlik, kültürel bilinç ve medeniyet deneyimleri bakımından anlamlı kılmaya çalışmaları onların özgünlük arayışlarıyla paralel seyretmiştir. (…) Ancak bütün bu tarihî gelişmeler bize İslâm felsefesinde İslâm medeniyetine özgü yanların daha çok dinî formlar ile felsefî formların ilişkiye girdiği problematik alanlarda kendisini gösterdiği gerçeğini telkin etmektedir. Bu açıdan bakıldığında Kindî’nin ‘birlik metafiziği’ onun vahyin felsefî bilgi karşısında üstünlüğünü vurgulayan ifadelerinden bile daha fazla özgün bir tutumu ifade etmektedir. (…)” (s.115-118)
No Comments