İsmail Kara’nın “Dünyayı güzelleştirme ihtirası” başlıklı yazısından alıntılar
İsmail Kara, yazılarını ve kitaplarını okumaktan, konuşmalarını dinlemekten önemli beklentilerim olan bir entelektüel, akademisyen ve yazar. Kendisi Rize çevresinde hafız yetiştiren merhum Kutuz hocanın oğullarından ve yetiştirdiği hafızlardan biri. İstanbul’da fikir ve aksiyon ortamında da üstâdı merhum Nurettin Topçu. Onun Dergâh dergisinin Temmuz 2020 sayısında çıkan, başlığını bu yazının başlığında belirttiğim yazısından yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Üsküdar iskelesinde o zaman gazete bayiliği yapan arkadaşım Oğuz Gökdağ sayesinde satın alarak
sahip olmayı düşünmeyeceğim çokça dergiyi görmek ve bu yolla birçok yazıdan, meseleden ve
önemli kişiden, bazı görsellerden haberdar olmak imkânım oldu. Sabahleyin vapur iskeleye yanaşıp
kapılar açılıncaya kadar ayaküstü dergilere bakar, ayırdığım birkaç tanesini yanıma alır, yolda veya
karşıda okuyacaklarımı okur, lüzumlu yerlerin fotokopisini çeker, akşam dönerken de iade ederdim.
Yeni çıkmaya başlayan Dekorasyon dergisini her seferinde yanıma almayı tercih ederdim, çünkü
zevkli ve dolu bir dergiydi; fotoğraflarını, çizimlerini, hatta zengin sınıfa hitap etmekle beraber iyi
hazırlanmış reklâmlarını rahat bir vakitte temaşa ve tetkik etmek isterdim.
Daha önce adını ve eserlerini bilmediğim, birkaç gün önce Beşir Ayvazoğlu’nun herhalde bu röportaj
vesilesiyle andığı Turgut Cansever’le ilk defa bu dergide karşılaştım. Tarih Aralık 1989. Kısmet o
zamanmış demek ki… Şimdi düşünüyorum da Hoca o sırada 70’e merdiven dayamış bir yaşta imiş.
Üsküdar vapurunda hayretle karışık diri duygular eşliğinde içine gömüldüğüm ansiklopedi boyu, çift
sütun, 7 sayfalık dopdolu konuşmanın başlığı da çok tahrik ediciydi doğrusu:
“Mimaride yeni yönelişleri ortaya koyabilecek tek ülke Türkiye’dir” (dipnot: Dekorasyon, sayı: 11, Aralık 1989, s. 38-44, haz. Ömer
Madra-Fuat Şahinler. Bu konuşmanın metni için ayrıca bk.
Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak, haz. Mustafa
Armağan, İstanbul, İz Yay., 1997, s. 15-41.)
İçinin nasıl doldurulduğunu henüz bilmemekle beraber başlık bana hiç mübalağalı gelmemişti. Halbuki sağcılık-milliyetçilik-muhafazakârlık kokan böyle cümlelerden hafif can sıkıntısı ile karışık bir
tedirginlik ve bıkkınlık duyardım/duyarım. Çünkü böyle başlıkların ve sözlerin umumiyetle arkası boş,
içi muhtevasız olurdu/olur. Sadece hamaset, lafazanlık… Şimdi, belki de cümlenin verdiği emniyet
hissinden ötürü “elbette öyle olmalıydı, başka ne olacaktı” dedim içimden.
Ama yıl 1989’dur, (…) , yeterince
farkedilmeyen sahteliklerin, sahtekârlıkların her tarafta kol gezdiği böyle bir zamanda böyle bir
cümleyi kim telaffuz edebilirdi?
(…) Belki henüz bilgi ve yakîn düzeyine yükselmemiş kuvvetli
bir histi (hissiyattı) sadece. (…)
Kimdi bu adam?!
Terceme-i haline de bir miktar baktım tabii. Daha sonra biraz daha fazla…
Üsküdar vapuruyla deryayı geçip Dergâh Yayınları’na ulaştığımda dergiyi Mustafa Kutlu’ya vermek ve konuşmayı bir an önce okumasını tavsiye
etmekte sabırsızdım. Muhtemelen kendi duygularımın isabeti ve kanaatlerimin doğruluğunun derecesini bir başka sanatkâr üzerinden sınamak istiyordum. Ben mi çok abartmıştım yoksa? Sanatkâr
sezişlerine de karşılık bulan Kutlu’nun hayreti ve
zevki sanırım benden ziyade oldu. Birkaç gün sonra
karşılaştığım İsmet Özel’e de konuşmadan bahsederek bir fotokopi takdim ettim. Ondan aldığım
intibalar da heyecan vericiydi.
(…)
Sonradan farkedecektim ki sadece biz değil, belki
çok dar bir grup hariç, Türkiye’nin de Turgut beyi
tanıması büyük ölçüde bu röportajın muhtevası,
sesi ve yaydığı hava sayesinde oldu. Yakın arkadaşlarımız ve yayın dünyası arasında benim fotokopilerimin etkisi de az değil!!!
Derin tahribatı fazla olan 12 Eylül ve Özal’lı yılların sonları zaman olarak tekrar vurgulanmalı…
Muhafazakâr kesimlerin ve İslâmcıların da uyum
hattına, liberalizme, dünyalılaşmaya, demokrasi
havariliğine daha bir soyunduğu zamanlar… Ama
Türkiye’de hâlâ büyük insanlar da yaşıyordu, ümitvar ve güvenli adımlarla mesafe kat ediyorlardı,
demek ki… (…) Gıyabî
tanışıklığı vicahîye çevirdik. Dergâh dergisi de yeni
çıkmaya başlamıştı. Mustafa Kutlu kendisine bir
orta sayfa konuşması teklifinde bulundu, hemen ve
memnuniyet izharıyla kabul etti fakat biraz vakit
istedi. (…) Güzel bir sohbet oldu, Sefa’nın deşifresiyle
herhalde üçtebiri kadarını Dergâh’ın 17. sayısında
(Temmuz 1991) yayınladık. Başlığını “Rönesansın yanılgıları ve mimarinin geleceği” koymuştuk.
Dekorasyon’dan sonra ikinci etkili ve geri dönüşler
alan röportaj bu oldu sanırım.
Röportaj vesile olmuştu, bu ilk ve uzun sohbet sayesinde hocaya biraz daha yakınlaşmış olduk, diline
ve düşünme biçimine, tarz u mişvârına âşinalık
kesbettik. Dünyayı yeniden imar ve inşa etmeye
hazır filozof bir mimarla, umur görmüş, aktivist
bir mütefekkirle karşı karşıya olduğumuzda şüphe
yoktu. (…) Evrenselle mahalli
olan, tarihte olanla bugün olan, teori ile pratik yan
yana, iç içe durabilecek, belki konuşabilecek hale
gelmişti. İmkânsızlıklara ve haksızlıklara varan
hayatının zorlukları ümidini biliyor, kahredici bazı
şahsî tecrübeleri adeta seyrüsülûkun tamamlanması için lüzumlu mistik bir kaynak, bir ihtiras,
bir ızdırap haline dönüşüyordu. (Taassup ve ihtiras kelimelerini müsbet mânada onun kadar rahat
kullanan insan nadirdir. İhtiras için belki Nurettin
Topçu hatırlanacaktır). (…) “Evlerini gelip Osmanlı şehrinin odak [mimari] noktalarının etrafında
inşa edenlerin evlerinin ölçülerini bu şekilde küçültmeleri, sadece bu abideleri yüceltmiyor, aynı
zamanda insanları da yüceltiyor” diyordu. (…) Bu mimarî anlayış ve üsluba iki
temel kavram hakimdi; biri vakar ifadesi, ikincisi
huşu hissi veren monumentallik, yani abidevîlik.
Huşu hissini ve büyüklüğü bazan çok küçük bir
çini parçası da verebiliyordu.
(…)
Hocanın sohbetlerinde zikrettiği kaynaklara da
dikkat ediyor, bir bakıma bilgi ve yorumlarının
referanslarını arıyor ve yokluyordum. Atıf yaptığı
ve kullandığı metinlerle kendi arasında nasıl bir
ilişki ve/ya mesafe vardı? Yahut yaslandığı metinlerle yorumları arasında… Mimari başta olmak
üzere sanat ve estetik konularında derinleşmiş,
modern batı düşüncesine, ontoloji meselelerine
üst düzeyde âşinalık kesbetmişti. İslâm düşüncesi
sözkonusu olduğunda çokça tekrarladığı birkaç
hadis yanında İbn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’i ve
Gazalî’nin İhyâ’sı ağırlıklı kaynaklarıydı. Öyle
anlaşılıyordu ki bu vadide seçtiği veya bir şekilde
karşılaştığı az sayıdaki kıymetli ve üst metni çokça
okuyor, üzerinde düşünüyor ve kendi mesleği ve
meseleleriyle irtibatlandırarak bugüne taşıyordu.
Fakat onu fikren derinleştiren, fiilen tahkim eden
şey okuması ve düşünmesinden daha ziyade muhtemelen yapmasıydı, her halükârda yapmaya azmetmesi, bütün ciddiyetiyle büyük denemelere
teşebbüs etmesiydi… O aynı zamanda bir hareket
ve mücadele adamıydı. Mesleği de bunu gerektiriyordu.
(…)
Birkaç kucak dolusu soru… Cevaplarını tam bulamasak da kendileri yine çok önemli ve kıymetliydi.
(…)
Modernleşme hadisesi hem Batıda hem de bizde mimari ve yerleşme, şehirleşme anlayışlarını,
mabetler dahil konut ve yapı çözümlerini de ciddi
ölçüde etkiledi, değiştirdi, dönüştürdü, birdiğerine
benzetti, tahrip etti. Biz bugün yaşıyoruz ve bugünden sorumluyuz. Yalnız bugünün sorumluluğu
tarihi ve geleceğe dair sorumlulukları da içinde
barındırır. Nurettin Topçu rahmetlinin sözünü tekrarlarsak “tarihten de biz sorumluyuz”.
Mesuliyet fikri ortadan kalkmayacağına göre ilke
düzeyinde hiçbir şeyde geç kalınmış, hiçbir şeyin
zamanı geçmiş sayılmaz. Yeter ki yanlışta ısrardan
vaz geçilsin, doğru yolu, iyiyi ve güzeli bulmak
için birbirine katkı veren samimi ve ısrarlı çabalar
devam etsin.
Devam etsin ki Turgut hocanın da ruhu rahmet
deryalarında şâd u handân olsun.
Not. Bu yazının daha mufassal ve görselli hali İsmail Kara’nın
sonbaharda yayınlanacak olan Dağ Ne Kadar Yüce Olsa-Portreler 2 kitabında yer alacaktır
Not. Bold karakterde yazılı yerlerdeki bu tasarruf bana ait.
No Comments