Kaderle ilgili hikmet
Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi-III’den (Tercüme ve Şerh: merhum Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof.Dr. Mustafa Tahralı– merhum Dr. Selçuk Eraydın, İFAV (M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1983, 6. Baskı, 2017) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
Muhyiddin ibnü’l-Arabî Fusûs‘ta “Hak, manâ cihetiyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak, Bâtın’dır; binaenaleyh Hakk’ın âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, tedbirli rûhun sûrete nisbeti gibidir” diyerek Hakk’ın bir bakıma “âlemin rûhu” olduğunu ifade etmiştir.
Ahmed Avni Bey bu cümleyi şöyle şerh etmiştir: İlâhî isimler Zât’ın şe’nleridir (işleri, hâdiseleri). Zâtın şe’nleri ise Zâtın ayn’ıdır (hakikatıdır). Zâhir ismi ilâhî isimlerden biridir. Bu Zâhir ismi âlemin zâhir olmasını gerektirir. Zîrâ mazhar (zuhur yeri) olmaksızın bir ilâhî isim zuhûra gelmez. Bu bakımdan “Âlem Hakk’ın Zâhir ismi” olunca, Hak âlemin ayn‘ı (hakikatı) olmuş olur. Bu takdirde âlem Hakk’ın ‘sûret’i ve ‘hüviyet’i olmuş olur. İşte bu bakımdan Hak, bütün aklî, hissî, rûhânî ve cismânî sûretlerden zâhir olan şeylerin, ‘manâ’ ve ‘hakikat’ yönüyle, rûhu olur. Hakk’ın âlemin rûhu olması demek, Hak Bâtın’dır demektir. Şu halde âlemde zuhûr ve manâda butûn, yani bâtın olma kayıtlarıyla kayıtlanmış olan Haktır. Gerek zuhûr ve gerekse butûn Hakk’ın hüviyetidir. (…)
Bil ki, ‘kazâ’ Allah’ın şeylerde hükmüdür. Ve Allah’ın eşyada hükmü, Allah’ın şeylere ve onlarda olan ilminin haddi üzeredir. Ve Allah’ın eşyada olan ilmî de, malûmat nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o malûmatın Hakk’a verdikleri şeyin haddi (tarif, sınır) üzeredir.
Yani Hak ahadî zâtında içkin olan bi’l-cümle ilâhî sıfatlar ve isimlerinin kuvveden (potansiyelden) fiile zuhûrunu murâd eyledikde, rahmanî nefes ile, o isimlerin mazharlarının sûretleri ilâhî ilimde peydâ ve herbirerleri ilmen belirmiş olup, birbirinden seçkin oldular. Ve ilâhî isimlerden her birinin istidâdı ve etkisi ne ise, o sûretlerin her biri de tâbi olduğu ismin istidâd ve etkisini hâiz oldu. Ve o şeyler, saâdet ve haydutluktan, iman ve küfürden, ikbâl ve talihsizlikten, kemâl ve noksandan vs. hâller ve gerekli şeylerden ilâhî ilimde ne sûret üzerine belirmiş oldular ve Hak onları ne sûret üzerine bildi ise, onlar hakkında o yönden hükm eyledi. Demek ki Hakk’ın bilinen şeyler üzerindeki hükmü, o şeyler zâtî istidatlarıyla Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin sınırı üzeredir. İşte ‘kazâ’ budur; ve bu hükümde vakit belirtme yoktur. Zirâ bu hüküm, Hakk’ın zâtının hakikatı olan ilâhî ilimde nefisleriyle yok olan şeyler üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur.
Ve ‘kader’, şeylerin ‘ayn’ında (hakikatinde) ve nefsinde sâbit olduğu şey üzerine, hükmün fazlalık olmaksızın vakitlendirilmesidir.
Yani ‘kader’, ilâhî ilimde şeylerin ‘hakikati’ gereğince verdiği hükmü ve hâlleri, belirli vakitte ve takdir edilmiş zamanda icrâ edip, izhâr eylemektir. Dolayısıyla kader, bilinen hakikatlerden her birisinin hükümleri ve hâllerini belirli sebep ile belirli vakitte tayin eder; ve o hükümler ve hâller o vakitten aslâ ileri, geri gitmez. Bu sûretle kader kazânın ayrıntısı olur. Ve ‘kazâ’, ilâhî- zâtî -ezelî ilimde bilinen şeyler üzerıne ne şey hükmetmiş ise, ‘kader’ o şeyi ziyade ve noksan olmayarak zamanlarına göre takdir eder. (…)”
No Comments