“Kelamcılara göre esas itibarıyla insanı insan yapan şey, ilahi teklife mazhar olmasıdır.”
“Özellikle felsefi nefs teorisini benimseyip yeniden yorumlayan İbnü’l-Arabî, ezelî istidat teorisiyle idealist bir insan tasavvuru vazeder. Fakat genel olarak dinî düşünce geleneği, insanın hem ilahi müdahaleye açık olduğunu hem de tercihlerinin dünya ve ahiret hayatını şekillendirmekteki etkisini dile getirerek insanın aşkın yönünü kabul etmekte birleşir. Böylece ister çoğunluk kelamcılar ve sufilerde olduğu gibi düalist bir görüşü savunsun isterse Ebû Hâşim el-Cübbâî ve takipçileri gibi insanı bildiğimiz maddi bünyenin bütünlüğünden ibaret saysın, dini düşünce geleneği insan hakkında indirgemeci ve bilinemezci tutumlardan uzaktır. İnsan onların tamamına göre, gündelik hayatı idame ettirmesini sağlayan bir idrakten Tanrı ve varlık hakkında farkındalığa erişme kabiliyetine yahut temyiz gücüne sahip bir zattır. (…) Din âlimleri genel olarak insanlığın farklı durumlarının, ilahi takdir ile insanların tercihleri arasındaki gerilimden meydana geldiğini söylemeye yatkındır. Bu söylem ise hem bütün maddi unsurları hesaba katmaya hem de olabilecek bütün metafizik ihtimalleri dikkate almaya elverişlidir. (…) Bu sebeple dini düşünce geleneği Kur’ân’daki insan anlatısının da zâhirinden destek alarak insanlık tarihini, bir yandan vahiy sayesinde hakikat bilgisinin ve bu bilginin gereğinin tahakkuk edip etmemesinin tarihi olarak değerlendirir. (…)
Şu halde İslam’da bütün düşünce gelenekleri, insanın canlı olmak noktasında diğer hayvanlarla ortaklığını kabul etmekle birlikte, düşünme ve temyiz gücüyle ayrıştığını düşünür. (s.28-29-30)
“(…) Geldiğimiz noktada şu tespiti yapabiliriz: İnsan nedir sorusuna verilen cevaplar ne denli geniş yelpazeye yayılırsa yayılsın esas itibarıyla üç durumdan birini temsil eder. Birincisi, tamamen fiziksel süreçlerden ibaret insan tasavvurudur. İkincisi, fiziksel olandan oluşsa bile fiziksel süreçlere indirgenmeyen ama fiziksel olanın sınırları içinde kalıp klasik anlamıyla metafiziğe geçişi bilimsel olarak mümkün görmeyen bir insan tasavvurudur. Üçüncüsü ise ister düalist bir yapı kabul edelim ister etmeyelim insanî varlığın ancak klasik anlamıyla metafizik olanla tamamlanacağını kabul eden insan tasavvurudur. Birinci tasavvur pozitif bilimleri ve analitik felsefeyi, ikinci yaklaşım çağdaş anlam bilimlerini, üçüncü yaklaşım ise klasik metafiziği, kelâmı ve tasavvufu doğurmuştur. Müslüman olarak düşünebilmek üçüncü yaklaşımın kesinlikle savunulabilir olmasını gerektirir. (…) Açıkça söylemek gerekirse benim klasik döneme dair okumalarım ve şimdiye kadar edindiğim birikim, bir bütün olarak metafizik bilginin mümkün ve vaki olduğu anlayışı üzerine kurulan klasik dönemde bile metafiziğin hakikatte fiziksel açıklamalara dayanmadığı sonucunu verdi. Diğer bir deyişle metafiziğin kadim tarihi göstermektedir ki, metafizik iddiaların hiçbiri belirli bir fizik teorisine dayanmadığı gibi herhangi bir fizik teorisinin geliştirilmesiyle de ortaya çıkmış değildir’. (…) Fakat sudûr, yoktan yaratma ve bu ikisinin derinleştirilerek mezcedilmesi sayılabilecek vahdet-i vücûd gibi büyük metafizik açıklamalar, her ne kadar evrenin fiziksel yapısına ilişkin açıklamalar barındırsa da fiziksel dünyanın bilimsel kavrayışına dayanmaz, fiziksel açıklamaları da anlamlı hale getiren bir ontolojiye dayanır. Metafizik hakkındaki bu tespit şimdilik insanın aklî idraki bakımından fiziki dünyayı aşan ama duyusal idraki bakımından fizik dünyanın parçası olan bir varlık olduğunu söyleyebilmeye imkân verir. İslâm düşünce geleneklerinin değişik tanımlarla ifade ettiği bu anlamın savunulması hiç kuşkusuz çağdaş bilimsel gelişmeleri dikkate alan bir ontolojiyi gerektirir. Bu bağlamda önce metafizik-fizik ilişkisinin zorunsuzluğunu açıklamak ardından böyle bir kavrayışı mümkün kılan ontolojiyi inşa etmek gerekir.” (s. 31-32)
No Comments