“Ahlâk, yaptırım gücü bulunmayan yaşama tarzıdır.”

 

Merhûm Ş. Teoman Duralı‘nın ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET Anlamı / Gelişimi / Konumu Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti isimli kitabından (dergâh yayınları :209, Çağdaş Türk Düşüncesi : 30) yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki, s.31’den bir cümlenin alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmesidir) oluşturacak bu yazıyı.

a) Tarihte ilk defa yeryüzünün dörtbir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hattâ iç içeyiz, demek daha yerinde olur. Bu medeniyeti öz tabiatına uygun tarzda adlandırmamışlığımız, genelde dünya çapında, öncelikle de Türkiye’de ona ilişkin açık bir fikrimizin oluşmamasına yol açmaktadır. Kâh Batı, kâh Avrupa… zaman zaman da çağdaş diyoruz. Bunlardan ‘Batı’ yön belirtir; ‘Avrupa’ coğrafyaya, ‘çağdaş’ ise tarihe ilişkin sözlerdir. Hâlbuki bizim burada gereksediğimiz, medeniyete alem (işaret) olacak deyimdir. b) Tarihin önde gelen medeniyetlerinin yer almış olduğu vâsiî (geniş) mekân Avrasya anakarasıdır. Afrika ile Amerika’nın tersine, Asya ile Avrupa, coğrafî bakımdan birbirlerinden bağımsız kıtalarmış görünümünü sunmazlar. Birbirlerinden, sadece, sînelerinde teşekkül etmiş ve tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşerî ilişkiler yumağı ile zihniyetlerin derin farklılıklarından ötürü ayrılmışlardır.

Asya’nın en doğusu ile güneydoğusunda Beşinci bine doğru. yer almağa başlayan pirinç tarımı dolayındaki yerleşim, Doğu Medeniyetleri Câmiasının beşiği olmuştur. Asya’nın güneybatısında yine Beşinci bin dolaylarında buğday ile arpa ekiminin vuku bulduğu havalilerdeyse, bu defa, Batı Medeniyetleri Câmiasının öncüsü Sümer kültürünün biçimlendiğini görüyoruz. Şu son andığımız mahalden peyderpey Mesopotamya, Mısır, Doğu Akdeniz -Fenike, Filistin ile İsrail -, Hıristiyan ile İslâm ve nihayet Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetleri çıkıp serpilmişlerdir. 1400lerin sonlarından itibaren Hıristiyan medeniyetinden türeyen, 1600lerin ikinci yarısından sonra ona yeğinlikle karşı çıkarak biçimlenmeğe koyulan Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, kendi devamı sayılabilecek birini de bilkuvve (potansiyel olarak) bağrında taşımaktaydı.

Avrasya’nın doğu yakasındaki Doğu Medeniyetleri pek uzun soluklu olmuşlardır. Batıdakilere gelince, bunlar, Doğululara oranla daha kısa ömürlüdürler. (…) Tektanrılı vahiy Dini ile Felsefe-bilim sisteminin neşvünemâ (yetişip büyüme) bulduğu zemin olması itibârıyla Batı medeniyetleri câmiası, tarihte eşsiz benzersiz bir mevkii işgâl etmektedir. Bunlardan birincisini Sâmî kavimlere, ikincisiniyse Arîlere borçluyuz. Tek tanrılı Vahiy dinlerinin ilki Yahudîliktir; ana örneğiniyse İslâm temsil eder. İslâm’ın temsil ettiği ve vücut verdiği ölçüde Tektanrılı Vahiy dinî ile Eski-çağ Ege medeniyetinde biçimlenmiş Felsefe-bilim sistem geleneği, müteâkip (ardısıra gelen) medeniyetler üzerinde çeşitli etkiler yapmışlardır.

Yapısal özellikleri yüzünden Katolikliğe yaslanmış Hıristiyan Ortaçağ Avrupa medeniyeti kendi toplumsal ve siyasal bünyesinde benzersiz çalkantılar ile çatışmalara, tam manâsıyla, bir cedel sürecine sahne olmuştur. Birinci ve en şiddetli raddede (derecede) mücâdele Ruhbân (kutsanmış /OsmT: mukaddes) dinadamları (OrtL clerus) ile Ruhbân- olmayan (OrtL laicus) zümreler arasında vukû bulmuştur. Bunun yanı sıra, dindışı (OrL secularis)-dünyevî (OrL profa)nus zümrenin kendisi de, Ortaçağın erken devirlerinden -Onuncu yüzyıldan- itibâren kendi içerisinde yeğin çıkar çatışmalarına tanık olmuştur: Hükümdar-asilzâdeler-derebeği-toprak zâdegânı. Bu durum ise, Ortaçağın sonları ile Yeniçagın başlarında -demek ki, 1400lerle birlikte- kendisini belirgince gösterecek olan sınıf farklılaşmasının kaynağını oluşturmuştur.

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, Hırıstıyan Ortaçağ tabiî uzvî (organik) medeniyetinin uzantısı, devamı yahut turevi olarak değil, öncelik ve özellikle Ruhbân ile Ruhbân olmayan zümreler arasındaki yeğin çekişmenin sonucunda ona tepki şeklinde varlık bulmuştur. (…) Ne var ki, Ortaçağdan Yeniçağa etki, daha çok, olumsuz anlamda olmuştur. Fransa hâriç, Germen dillerini konuşan Yeniçağ’ın Batı ile Orta Avrupası, Latin dillerini kullanan Ortaçağın Roman Güney Avrupasının din esaslı değerler manzumesini alaşağı ederek (devirerek) ilkece, Tanrı çıkışlı dîni gündemdışı kılıp onun yerine, insan dimağının ürünü felsefî temeller üstünde kendisini inşâ etmiştir.

İngiliz-Yahudi medeniyetine gelince; o, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin tabiî uzvî devâmı olarak da görülebilir. Yeniçağda başgöstermiş olan Islahat, insancılık ile Aydınlanma Devrimcilikleri, İngiliz-Yahudi medeniyeti çerçevesinde temellenerek kurumlaşmışlardır. Başta dînî-siyâsî-toplumsal hareketler olarak temâyüz etmişken, İngiliz-Yahudi medeniyetinde iktisâdî-siyâsî kurumlaşmaların -felsefeden türetilmiş- ideolojik temelleri hâline gelmişlerdir. (…) Bütün öteki kültürler ile medeniyetlerin benimsemiş bulundukları Tanrıcı ve doğayıaşkın dayanak yerine, insancı- dünyacı pâyândâyı gündeme sokmuşlardır. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa’nın kurumlaşmış felsefesi, Rene Descartes’ ın (1596-1650) çığır açıcı res extensa kavrayışını (Fr&İng conception) esas almak ve bu kavrayışın gereği olarak da, bilimin -aklî klasik mekaniğin- işleyişini örneksemek sûretiyle hayatın ve dünyanın tüm köşe bucağını izâh etmeğe kalkmıştır. Buradan da Maddeci- Mekanistik dünyatasavvurunu üretmiş ve nihâyet adı geçen dünya- tasavvurunun üstünde belirlenimi gevşek kalmış, demekki, sıkı sıkıya tarif olunmamış bir ideoloji olan insancılık-dünyacılığı inşâ etmiştir. Bunu, Secularisme-Positivismein diğer bir deyimlendirilişi şeklinde kullanıyoruz.

İngiliz-Yahudî medeniyetindeyse, insancılık-dünyacılık, ideoloji olma vasfını kaybedip dünyagörüşü hâline gelmiştir. Adı anılan dünyagörüşünün içerisiyse, insanın maddî ilişkiler ağıyla doldurulmuştur. (…) Bu derekede mütâlea ettiğimizde de, insanı, İslâmî bir deyişle, beşere indirgemiş oluruz.

İngiliz-Yahudî medeniyetinin kurumlaşmış felsefesi, insancı-dünyacı dünyagörüşünün içerisini maddî ilişkiler ağıyla doldurmakla kalmayıp onu da açmış, açıklığa kavuşturmuştur. İngiliz-Yahudî medeniyetinin indinde (katında) maddî ilişkiler ağı, üretim-tüketim dengeleriyle dokunmuştur. Bu dengeleri ele alıp işleyen zanaat, iktisâttır. Şu halde söz konusu medeniyetin maddî ilişkiler ağı, haddızâtında iktisâdîdir. Ancak bu, alışılagelinmiş iktisât değildir. Geliştirilmiş olan, bir alışılagelinmemiş iktisât modelidir; devrimcidir. Alışılagelinmiş iktisâtta, varolan temel ihtiyaçlara göre üretim olur. Buradaysa ilkin, ihtiyaçlar üretilir; başka bir deyişle, tüketim kamçılanır. Kamçılandıkça tüketim artar. (…) Demekki , üretim, tüketimin talepleri doğrultusunda hareketlenmektedir. (…) Bu gidişin biricik hedefiyse, durmadan dinlenmeden yükselen kâr paylarıdır. Üretim-tüketim bağıntılarını dalgalanmalardan, sallantılardan kurtarmak maksadıyla da, onları sağlam ‘kazığa’ bağlamak zorunluluğu doğmaktadır. Bu sağlam kazık da, bir kurmaca değer olan paradır. Üretim için zorunlu olan para miktarınaysa, sermaye diyoruz. (…) Başka bir ifadeyle, üretimin kaynağı ile tekeli Benim artık. (…), o halde dünya da elimde sayılır. İşte üretimin anahtarı demek olan para miktarını toplayıp elde tutmak ve kâr payını da durmadan artırmak esasına dayalı ideolojinin adıysa, Sermâyeciliktir (Fr Capitalisme). (…)”

“Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksun olmak, daha açık bir ifadeyle, Tanrısızlıktır.”

“Kişioğlu nasipsizse edepten, âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle Kelâmullaha! Âyet âyet Kur’ânın tüm manâsı edeptir.”

“İşte burada, incelememizin odağını oluşturan Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti, görüldüğü gibi, Batı medeniyetleri câmiasının bir mensubu ve elân son halkasıdır.”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked