“Levh-i Mahfuz hakkındadır”

 

Müellifi Abdülkerîm el-Cîlî (h. 767-826), mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun (m. 1865-1941) , yayına hazırlayanları merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın (m. 1937-1995), Ekrem Demirli, Abdullah Kartal ve Yayınevi İz Yayıncılık olan İnsân-ı Kâmil adlı eserin, bu yazının da başlığı olarak alıntıladığım Kırksekizinci Bâb’ın başlığı altındaki bölümün birkaç yerinden (s.267-271 arası) yapacağım alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

Bir nazmın tercümesinden: “Bir nefis ki, bizzât âlemin ilmini muhtevîdir. Ey Âdem oğlu! İşte o bizim levh-i mahfuzumuzdur. (…) Eşyânın (şeylerin) kâffesi o nefsin indinde (katında) zâhir olur ve âlemin gizli olan şeyleri âşikâr olarak onda görülür.”

“Ma’lûmun olsun ve Cenâb-ı Hak seni hakîkate hidâyet buyursun! Levh-i mahfûz, halkî meşhedde (yaratılışla ilgili şehid olunan veya şehid olarak gömülünen yer) tecellî eden hakkî ilâhî nûrdan ibarettir. Mevcudât (var olanlar) o levh-i mahfuzda aslî intibâ (izlenim) ile muntâbi’dir (izlenmiş). Levh-i mahfûz heyûlanın (madde/şeylerin hakiki kısmı) aslıdır. Çünkü heyûlanın gerektirdiği her sûret levh-i mahfuzda izlenmiştir. (…) Kalem-i a’lâ levh-i mahfuzda o sûretin icâdıyla geçerli olmuş ve heyûla da onu gerektirmiştir. Bu gerekten ötürü o sûreti icâd zaruret haline gelmiştir. Risalet-meab (Risâletin barındığı) Efendimizin hadîsi: “Allah dünyadan bir şeyi kaldırınca, mislini onun yerine koymak kendi üzerine vaciptir.” Gerek bu hadis, gerek ilâhiyyûn’un (Allah’a inanan filozoflar) sözündeki ‘vücûb-alellâh’ sözü mecâz kabilindendir. Yoksa, hakikatte “Allah üzerine vacip” demek değildir. Cenâb-ı Hak, kendi üstüne bir şeyin vacip olmasından uluvv-i kebîr (büyük yücelik) ile aşkındır. (…) Levh-i mahfûzdaki takdir, belirli zamanda özel heyet ile belirli sûrette halkı (yaratılışı) ibrâz (gösterme) ile hükm demektir. Bunun görünme yerinden de ‘kalem-i a’lâ’ (yüce kalem) ta’bir olunmuştur. Bizim ıstılâhımızda (terminoloji) o ‘ilk akıl’ demektir. (…) Bu iktizânın (gerek) beyânına ait olan yer de levh-i mahfuzdur. O levh-i mahfûz da ‘küllî (tümel) nefs’ ile ta’bir olunmuştur. Bir ilâhî emir ki, bu hükmün varlıkta icadını gerektirmiştir, işte o emir ilâhî sıfatların gerektirmesindendir.

Kalem ile murâdın ne olduğunu, levh-i mahfûz ile murâd ne olduğunu kazâ ile murâd ne olduğunu, kader ile murâd ne olduğunu iyice anla ve bil!

Şurası da ma’lûmun olsun ki, levh-i mahfûzdaki ilim, ilâhî ilimden bir nebzedir. Cenâb-ı Hak onu yaratılışla ilgili mevcutlara ilişkin hakikatlerin gerektirdiğine göre ilâhî kanun hikmeti üzerine Levh’de icrâ etmiştir. (…)

Ehl-i cennet’in, ehl-i nârın (cehennem ehli) hâllerine dair olan ilmin özüne ait levh-i mahfuzda bir şey yoktur. (…)

Şurası da bilinsin ki, levh-i mahfuzda mukadder olan hükümler iki türdür. Bir kısmı, kendisine değiştirme ve başkalaştırma mümkün olmayan mukadderdir. Diğer türü de, kendisinde değiştirme ve başkalaştırma mümkün olan mukadderdir. (…) Levh-i mahfuzda mukadder olan şey vâki olur. Bazı kere de o işleri ilâhî ihtirâ (benzeri görülmemiş bir şey vücûda getirme) hükmü üzerine icra eder. Dolayısıyla, levh-i mahfuzda mukadder olan vukua gelmez. (…) “Kur’an mecd (büyüklük/ululuk) ve azamet, izzet ve saltanat sahibinin nefsidir/ta kendisidir. Bu levh-i mahfûzdadır/nefs-i küllîdedir/kâmil insanın nefsindedir.”(Bürûc,85/21-22) Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked