‘Mahiyet Teorisi’ne dair…

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in Metafizik 2. Cildinde (Ketebe Yayınları, İkinci Baskı: Mart 2023) Mahiyet Teorisi başlıklı yazısının başlarından yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

Mahiyet “Mümkün mevcutların hakikatinin kendinde neyse o olduğunu, var ve yok olmakla nitelenmeye elverişli olmadığını, dolayısıyla mahiyeti bulunan herhangi bir mevcudun kendiliğinden var olamayacağını, bütün mümkünlerin ancak zorunlu bir varlık tarafından var edilebileceğini iddia eden teoridir. Metafiziğin neredeyse bütün meselelelerinin ortak paydası olan birlik-çokluk ilişkisi sorununa bir çözüm olarak geliştirilmiştir. Bu sebeple Tanrı-âlem, illet-malul, tümel-tikel gibi birlik-çokluk ilişkisinin bütün alt başlıklarında sonuçları vardır. İbn Sînâ (ö. 428/1037) tarafından geliştirilen teori, sonrasında hem bütün gelenekleri etkilemiş hem de metafiziğin dili tamamen mahiyet ve imkân teorilerinin kelime dağarcığı ile şekillenmiştir. Süreç içinde mantık ve metafiziğin herhangi bir meselesi, bu dagarcıktan bağımsız tartışılamaz hâle gelmiştir. Aynı durum Batı düşünce geleneği için de geçerlidir. Dolayısıyla teori hâlâ etkinliğini korumaktadır.”

Girişten: İslâm öncesi dönemde mahiyet kelimesi, daha ziyade nesnenin tanımsal ifadesi anlamında kullanılmıştır. İbn Sînâ’ya kadar İslâm felsefesi geleneğinde de bu şekilde kullanılmıştır. İbn Sînâ varlık-mahiyet ayırımı yaparak bu ayırımı zorunlu-mümkün ayırımıyla ilişkilendirince mahiyet kavramı, mantık kavramı olmasının yanı sıra metafizik bir kavrama dönüşmüştür. Buna göre bir şeyin tanımından varlık ve yokluğu çıkardığımızda herhangi bir çelişkiye düşmüyorsak o şeyin tanımında varlık ve yokluk bulunamaz. (…) Tanımında yokluk bulunması şeyin imkânsız olmasını, tanımında varlık bulunması ise şeyin zorunlu olmasını gerektirir. (…) Bu bağlamda mahiyet teorisi, temel kavramlarının varlık, mahiyet, zorunlu ve mümkün olduğu yeni bir ontolojinin inşa edilmesini sağlamıştır. (…) Teorinin imaları, İbn Sînâ sonrasında Fahreddin er-Râzî (ö.606/1210), Sühreverdî (ö.587/1191), İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) gibi müteahhirîn dönemin kurucu düşünürleri tarafından çıkarılmıştır. Sühreverdî mahiyet kavramının merkeze alındığı, İbnü’l-Arabî varlık kavramının merkeze alındığı, Râzî ise ikisi arasındaki ilişkinin sorunsallaştırıldığı düşünce geleneklerinin oluşumuna kaynaklık etmiştir. Bu sebeple Râzî ve takipçileri tarafından mahiyet teorisi eleştirel bir okumaya tâbi tutulmuştur. Sühreverdî tâkipçileri, dışta var olanın mahiyet olduğunu, varlığın ikincil makul olduğu tezini derinleştirmiştir. İbnü’l-Arabî takipçileri ise dışta var olanın varlık olmak bakımından varlığın kendisi olduğunu, mahiyetlerin bu varlığın farklı görünümleri olarak değerlendirilebilecek halleri anlamında düşünülmesi gerektiği görüşünü derinleştirmiştir. Mahiyet teorisini tarihsel süreçte yol açtığı sorunlarla birlikte dikkate aldığımızda İslam düşünce geleneğinin en yenilikçi ve etkili teorilerinden biri olduğu söylenebilir. Zira modernleşme tecrübesine kadar bu teorinin varlık ve bilgide yol açtığı sorunlar, Müslüman düşünürleri meşgul etmiştir. Çağdaş Batı felsefesinin de bu teorinin yol açtığı sorunlarla hâlâ meşgul olduğunu belirtmek gerekir.

Mahiyet teorisi en genel ifadesiyle birlik-çokluk ilişkisi kapsamındaki sorunları çözmeyi amaçlar. Bu amaçla teori öncelikle zorunlu ve mümkün arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiği sorusuna cevap vererek mahiyeti mümkün, varlığı ise zorunlu tarafına yerleştirir. Zorunlu ve mümkün ayrımı, herhangi bir duyu verisine ihtiyaç duymadan zorunlu olarak nedensellik ilkesine geçiş yapar. Daha önce Aristo (m.ö. 384-322) dört illet teorisini vazetmiş; Yeni Eflâtuncular ise metafizik ve fizik illet ayırımı yapmışlardı. İbn Sînâ bu ayırımlara, varlığın illetleri ile mahiyetin illetleri ayırımını eklemiştir. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked