Mahiyet Teorisi Hakkında Bilgi
KETEBE Yayınlarından 1. Cildi 2. Baskı olarak Mart 2023’te yayınlanmış olan İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TEORİLER METAFİZİK / Ekoller, Yöntemler ve Büyük Anlatılar hazırlayan ÖMER TÜRKER / kitabından Halk Teorisi (Yoktan Yaratma) başlıklı yazıdan yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
” Halk kelimesi genel olarak bir şeyi yaratmak anlamına gelir. Fakat İslâm düşünürleri, yaratma olayının nasıl gerçekleştiği sorusunun cevabında kelimeye farklı anlamlar vermişlerdir. Bu cevaplar, düşünürlerin benimsediği metafizik ilkelere bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Başta Mu’tezile, Eş’ârîlik,Mâtürîdîlik olmak üzere bütün kelam ekolleri, âlemin Tanrı tarafından saf yokluktan çıkarıldığını ileri sürmüşlerdir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye (ö. 638/1240) kadar sûfilerin de bu yaratmayı saf yokluktan çıkarma olarak anladığı söylenebilir. Dolayısıyla İslam’ın birinci klasik çağında bütün dinî düşünce ekolleri, yoktan yaratma anlamında bir halk teorisi geliştirmiştir. Bu teori, iki ilkeye dayanır: Birincisi, şeyler arasında zorunlu bir nedensel ilişki bulunmadığı ilkesidir. Bu ilkeye dayalı olarak kelamcılar, âlemde determinizm (belirlenimcilik) bulunduğunu reddetmiş ve bütün şeylerin doğrudan Allah’a dayandığını iddia etmişlerdir. Mu’tezile’nin tevlid (meydana getirme / sebep olma) teorisi ve kulun iradî fiillerinin kendisi tarafından yaratıldığı anlamında halk teorisi bu ilkenin genel kabûle aykırı bir yorumu sayılabilir. İkinci ilke, Allah’ın kâdir-i muhtar olduğudur. Bu ilke ise Tanrı’nın aklî imkânsızlar ve zorunlular dışında herhangi bir şeyle kayıtlanamayacağını ve saf bir kudret sahibi olduğunu yahut saf kudretin kendisi olduğunu söyler. Bu kudret, erekçesizilâhî iradeye bağlı olarak işlevselleşir. İrade ise ya bilhassa Eş’ârî kelâmcılarının iddia ettiği gibi mutlak olarak gerekçesiz tercihte bulunur ya Mâtürîdî kelâmcılarının dediği gibi hikmete bağlı olarak tercihte bulunur ya da Mu’tezile kelamcılarının dediği gibi adâlet ilkesine bağlı olarak tercihte bulunur. Kelamcılar bu görüşü temellendirmek için esas itibariyle ‘âdet‘ kavramında özetlenen bir bilgi teorisi geliştirmişler, Yunan ve Hint atomculuğunu yoktan yaratmayı savunmayı mümkün kılacak şekilde yeniden inşa etmişler, ihtisas kavramında özetlenen bir peygamberlik açıklaması yapmışlar ve özel olarak Ehl-i sünnet kelamcıları kesb kavramında özetlenen bir eylem teorisi geliştirmişlerdir. Teori bu haliyle İslâm düşünce geleneğinde en yaygın şekilde kabul edilen yaratma görüşünü ifade eder. II. (VIII.) asırda Mu’tezile kelamcıları tarafından sistemleştirilmişse de III. (IX.) asırdan itibaren Ehl-i sünnet kelamının sistemleşmesiyle Eş’arî ve Mâtürîdî kelamcıları da bu teoriyi kendi kelâmî anlayışları doğrultusunda yeniden inşâ etmişlerdir. Teorinin en önemli özelliği, İslâm geleneğindeki en köklü yaratılış açıklaması olması ve Kur’ânda geçen yaratmayla ilgili bütün kelimelerin XX. yüzyıla kadar kelamcılar tarafından bu doğrultuda açıklanmasıdır. Teoriyi istisnâsız bütün kelamcılar, İbnü’l-Arabî öncesindeki sûfiler ve kısmen bir grup filozoflar savunmuştur. Teoriye yönelik en köklü eleştiriler ise felsefe eserleri Arapça’ya tercüme edildikten bir müddet sonra sudur teorisini benimseyen filozoflar ve İbnü’l-Arabî ile birlikte sudur teorisini benimseyen bir kısım sûfiler tarafından yöneltilmiştir.
Hicrî ilk iki yüzyıl, İslâm dininin Hicaz yarımadası dışına çıkıp dünyanın büyük siyasi ve medenî gücü haline geldiği ve kadim kültür ve medeniyet havzalarının önemli bir kısmında hâkimiyet kurduğu yüzyıllardır. Bu süreç aynı zamanda kelam ve fıkıh gibi dinî ilimlerin de kurulduğu evreye tekabül eder. Tanrı’nın zâtı ve sıfatları ve Tanrı-âlem ilişkisi hakkında bir yandan İslâm’ın temel öğretilerinin nasıl anlaşılacağı, diğer yandan kadim kültür havzalarında bulunan dinî ve felsefî akımların gelenekleşmiş öğretileri, müslüman düşünürlerin özellikle iki sorunu ele almasını zorunlu kılmıştır. Bunlardan birincisi, İslam’ın öngördüğü Tanrı kavrayışının temel ilkelerinin belirginleştirilmesidir. İkincisi ise âlemin yaratılışının nasıl olduğuna ilişkin tutarlı bir açıklamaya ulaşılmasıdır. (…) Bu meselelere ilişkin tartışmalar, özellikle II. (VIII.) yüzyılda tamamıyla teorik bir karaktere bürünmüş ve bu süreçte halk teorisi öncelikle Mu’tezile kelamcıları tarafından âlemin nasıl meydana geldiği sorusunu cevaplamak için geliştirilmiştir. Âlemin nasıl meydana geldieği hakkında İslam’dan önce hem Yahudilik, Zerdüştîlik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin müslümanlar fetihlerlei dinlerin hem de Meşşâilik ve Yeni Eflâtunculuk gibi felsefî akımların oldukça sistemli hale getirilmiş tittttttaçıklamaları mevcuttu. Bu sebeple müslümanlar fetihlerle gittikleri bölgelerde var olan dinler ve felsefî akımların Tanrı-âlem ilişkisine dair görüşleri ve bu görüşlerden hareketle dile getirilen eleştirilerle karşılaşmışlardır. Halk teorisi, bir yandan İslâm naslarını anlama, İslam’ın ayrıcı özelliklerini ortaya koyma ve nasları dikkate alarak Tanrı ve âlem düşüncesini inşa etme çabasının, diğer yandan da İslâm dışı fırkalar karşısında İslam’ın temel ilkelerini savunma çabasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Temel hedefi, âlemin varlığının dinî ve aynı derecede aklî bir açıklamasını yapmaktır. Kelamcılar ve sûfîler özellikle Gazzâlî (ö. 505/1111) öncesi dönemde dinî naslardan İslâm ümmetinin icmâ ederek anladığı anlam ile aklî araştırmanın verileri arasında tam bir uyumluluk olduğu fikrinden hareket etmişlerdir. Bu sebeple halk teorisi, Tanrı-âlem ilişkisi sorununun dinî ve aklî çözümü olarak görülmüş ve İslâm vahyinde ifade edilen ve müslümanların da aklen kavradığı varlık anlayışının ana bileşenlerinden biri haline gelmiştir.
Halk teorisinin temel iddiası, âlemin yoktan yaratılmış olmasıdır. Bu bağlamda teori, mevcutların saf yokluktan varlığa çıkarıldığını ileri sürer.
No Comments