Mahmud Erol Kılıç’ın “Evvele Yolculuk” (konuşan: Sadık Yalsızuçanlar) kitabının (Sufi Kitap 1.Baskı 2008) ilk sayfalarından alıntılar
” (…) Nazarî tasavvufun tarihi bir bakıma Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile başlıyor. Bunu sorduk hocaya. İrfanî geleneğin gürbüz damarları Şeyh-i Ekber’den mutlaka beslenmiştir ve bu etki günümüzde de sürüyor. (…)” Sadık Yalsızuçanlar , “İrfanî Geleneğe Yolculuk” başlıklı yazıdan (s.7-8).
“(…) Ah gönlüm bir bilseydi, bir bilseydi / Hangi yollara düştüler, nasıl aştılar dağları? (…)” İbn Arabî (s.9)
“(…) Bizim kanımız gama haramdır. Yani gam bize diş geçiremez, kanımızı dökemez. (…) ” Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (s.10)
“Akıl insanların bağıdır, aşk bu bağları çözendir. Akıl der ki: Taşkınlık etme! / Aşk der ki: Teklifsiz davran! Şems-i Tebrizî (s.11)
“(…)Ariflerin aşka yönelik yaklaşımlarında ontolojik (varlıkbilim ile ilgili -a.a.) bir mahiyet bulunmaktadır. Yani insan adeta bu yaratılmış âlemde kaynağından, kökeninden kopmuş, gurbete düşmüş bir vaziyettedir. (…) Anlık zevklerin hep bir sonu vardır. Oysa bakî mutluluk insanın kendi aslını bulmasıyla alâkalıdır. Buna da İslâm ârifleri ‘Kişi kendini tanırsa ancak Rabbini tanır‘ gerçeğinden bakarlar. Bu kozmik anlayışa göre Allah Âdem’i yarattığında bütün isimlerini O’na yüklemiştir. Diğer canlılar Allah’ın ancak bazı isimlerini alabilmişlerdir, ‘küllü’nü alamamışlardır. Bazı isimler ortaktır bütün mahlûkâtta. İster cansızlar (denilenler), isterse bitkiler olsun, ister hayvanlar, isterse insanlar olsun bazı ilâhî esmâ (isimler) hepsinde müşterek iken bütün isimlerin tamamını birden yüklenebilir, tasıyabilen sadece insan olmuştur. Mesela, tabiattaki bir ağaçta Cenâb-ı Allah’ın ‘konuşan’ manâsındaki ismi dediğimiz ‘el-Mütekellim‘ isminin zuhura gelmediğini görürüz. Ama insanda Allah’ın ‘el-Mütekellim’ ismi bulunmaktadır. Yani insan o anlamda sözler sarf edebilen bir varlıktır. (s.18-19)
“Şimdi ‘İnsan Rahman suretinde yaratılmıştır’ hadis-i şerifi ile ‘Allah insanı kendi sureti üzerine yaratmıştır’ Tevrat ayetini bir araya getirip ona bir de bir diğer Kur’an âyetinde geçen ‘Ben insana kendi ruhumdan üfledim’ sözünü eklerseniz insanın mahiyetinin ne kadar ilahî olduğunu anlarsınız. Maalesef insanın bu ilahî yönüne tasavvuftan başka temas eden din ilmi kalmamıştır. (…) Bu yüzden biz diyoruz ki insan ile Allah arasındaki irtibat her şeyden evvel ontolojik ve kutsal bir irtibattır. İnsanın Allah’a yönelmesinin adına da bu yüzden ‘aşk’ denir. Çok zihnî veyahut mantıksal bir irtibat değildir bu. İsbat-ı vacip (zorunlu ispat -a.a.) yöntemleriyle falan ispatlanamaz bir gerçektir. İslâm bilgeleri tarafından insanın doğduğu, büyüdüğü, teneffüs ettiği ve vakti saati geldiğinde ruh emanetini teslim ettiği şu içinde bulunduğumuz mertebenin adına çokluk âlemi adı verilmektedir, veyahut kesret pazarı. Bu aslında vahdetin karşılığında, birlğin çokluk içerisine gizlendiği bir âlemdir. Böyle bir çokluk içerisinde, nesnelerin ve işlerin muhtelif olduğu yerde kişi birliği kaybettiği için yolunu şaşırmış bir vaziyette dolaşır durur.(…) Hiçbir şey kalıcı değildir burada.(…) Her şey uful eder (batar, kaybolur -a.a.) O zaman ‘Kayıp giden şeyler sevilmez’ deme makamına girmeli İbrahimce. (…)” (s.20) “Çokluk âlemi denilen bu kesret çarşısında insan maalesef suni yollarla yalnızlığını gidermeye çalışmaktadır. (…) Ariflerin gözünde yeryüzü hayatındaki bütün arayışlar ve bu uğurda çekilen bütün çileler adı konmamış bir şekilde insanın özüne, kaynağına, aslına yeniden geri dönüşün bir tür dile getirilmesidir. (…) Arif ile Arif olmayan insanı birbirinden ayıran en bariz özellik bu farkındalıktır. Bu çokluğun içerisinde insan yalnızlığı, halveti bulduğunda, yani ‘halvet der encümen’ denilen esasta, çokluğun içerisindeki yalnızlıkta Rabbiyle, maşûkuyla baş-başa kaldığında ancak Büyük Hazza ulaşmaktadır. Yoksa kesret çarşısındaki nesneler, onu kendi sevdiğinden uzaklaştırmakta, ondan yabancılaştırmakta, araya perde olmaktadırlar. Ve bu yapı içerisinde âşıkın maşukuyla baş-başa kaldığı anların, vakitlerin en tatmin edici olması söz konusudur.(…) ‘Hiç şüphesiz kalp ancak O’nu andığında tatmine ulaşır.’ Sufi terminolojisinde ‘gayret’, âşıkın maşûkuyla arasındaki bu ilişkiden dolayı oluşan kıskançlığı ifade eder. ‘Gayret’, yani araya başka hiçbir şeyi almadan yalnızca ve hâlisâne Onu sevmek demektir. Allah ‘el-Gayyûr’dur, çok kıskançtır. Bunun manâsını iyi anlamak gerekir. Sûfîlerin cehennem tarifi bir bakıma sembolik bir anlam ifade etmektedir. Sufiye göre kişinin cananından ayrı kaldığı, sevdiğinden uzak kaldığı mekanın adıdır cehennem. ‘Seninle cehennem bile cennet olur’ denmesi tam da bu mânâyadır.Cennet olarak Kur’an-ı Kerim’de ve diğer kitaplarda tasvir edilen yer aslında âriflere göre sevgiliyle beraber olunduğu, Onun temaşa ve müşahede edildiği yerin, o makamın adıdır. ‘Fütûhât-ı Mekkiyye’, Büyük Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin en önemli, en temel eserlerinden bir tanesidir. İbnü’l-Arabî, Kudüs’ü ziyaretinden sonra Mekke’ye geldiğinde Kabe-i muazzama karşısında murakabede iken birden Hacerü’l-Esved’in içerisinden genç adam suretinde bir motifin çıkarak kendisine geldiğini söyler. Genç adam İbnü’l-Arabî’ye der ki, ‘Muhyiddin, kalk benimle beraber tavaf et’. İbnü’l-Arabî kalkar o genç adamı izleyerek tavafın ilk şavtını yaparlar. Yedinci şavt tamamlandığında genç adam İbnü’l-Arabî’ye dönerek, sana Mekke fetihleri yüklendi, bildirildi. Şimdi sen ehline artık bu bilgileri aktarabilirsin’ der. İşte tabiri caizse ‘Fütûhât-ı Mekkiyye’nin içindeki manevi bilgilere orada hamile kalan İbnü’l-Arabî daha sonraki yirmi üç yıl boyunca o kendisine yüklenen bilgileri peyderpey satırlara döker. Hayatının sonlarını geçirdiği Şam’da bu kitabı bir daha gözden geçirir ve yeniden yazar. İşte Konya nüshası denilen ‘Fütûhât-ı Mekkiyye’ 1930’lu yıllara kadar Konya’da Sadreddin Konevî’nin camisinde bir sanduka içerisinde muhafaza edilen bu ikinci nüshadır.(…)” (s.21-22)
No Comments