Merhûm M.Orhan Okay’ın “Silik Fotoğraflar Portreler” kitabının başlarından alıntılar

 
Merhûm Prof. Dr. Orhan Okay (Ocak 1931-0cak 2017) İstanbul’da doğma-büyüme, “İstanbul efendisi” tabir edilen türden bir insandı. Akademisyen bir edebiyatçı, ciddî bir okur-yazardı. Kendisini Erzurum’da üniversitenin Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde hoca iken tanıdım. Emekli olup yine doğup büyüdüğü İstanbul’a döndü. İstanbul’da da Erzurum’da olduğu kadar sık olmasa da yine görüştük. Bana en son eşinin vefatı dolayısıyla evine taziyeye gittiğimde ilk iki baskısı Ötüken’den çıkmış olan “Silik Fotoğraflar Portreler” (Dergâh Yayınları; kitabın genişletilmiş ve gözden geçirilmiş yeni ve 1. Baskısı: Ekim 2013) kitabını imzalayarak vermişti (4 Şubat 2014). Eşinin vefatından üç yıl sonra da kendisi bu dünyadan göçtü. Önceki görüşmemizden sonra, bir daha görüşmek kısmet olmadı; ancak kendisi toprağa verilirken orada bulunarak Fâtiha okuyup dua edebildim. Allah rahmet-mağfiret eyleye. İnşâallah ebedî hayatı dilediği gibi olur. Bahsettiğim ve en yeni kitabı olduğunu sandığım o kitabın o yeni baskısını eşi Mübeccel hanıma, “Bütün bu silikleşen fotoğraflar arkasında net bir hatıra var: Yarım asrı geçen beraberlik.” diye ithâf etmiş.

Bu kitabın başlarından birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazının bundan sonraki kısmını.

İlk alıntı merhûmun ÖNSÖZ’ünden:. “Abdülhak Hamid, Makber mukaddimesinde kitabını okuyanların bir kabristanı ziyaret etmiş olacaklarını söyler.” dedikten sonra kendisi şunu ifade eder: “Hatıra ve portre yazıları ise bana göre Makber‘den daha fazla kabristan ziyaretini andırıyor. Belki o kadar hüzünlü değil, ama orada da en latif fıkralarda bile geçmişin buruk nostaljisi var. Yine de cümle merhumlara Fatiha’larla rahmet niyazında bulunalım.” (s.6)

Yarım yüzyıl öncesi öğrencisi olduğum Vefa Lisesi 125 yaşında. Geçmişi muhafaza etmeye fazla meraklı olmayan toplumumuzda bu tarih epey uzun bir ömrü işaret ediyor. Binaların korunması ayrı, kurumların yaşamaları ayrı şeylerdir. Binalar yanar, yıkılır; ama müesseseler nesilden nesile, asırdan asıra devam eder. Avrupa’da resmî kurumlar gibi ticarethaneler bile kaç asırlık kuruluşlarıyla âdeta birer müze gibi hayatiyetlerini korurlar. Bizde kaç ticari kurum, kaç matbaa, kitabevi, gazete bir asır öncesine gidebilir? Onun için,böyle bir toplum yapısı içinde 125 yıl gerçekten uzun bir ömür.” (s.9)

“Topçu her dersinde karşısında gördüğü camiye bakar, hemen her seferinde tamiratın bitmeyişiyle ilgili bir nükte yapardı. Nihayet sene sonu geldi, son dersinin son cümlesini yine Süleymaniye’ye bakarak noktaladı: ‘Biz sosyolojiyi bitirdik, caminin tamiri bitmedi.’ “(s.13)

“Toplumumuzdaki vefa duygusuyla beraber Vefa Lisesi’nin ve Vefa semtinin özellikleri de kayboldu. Bize de galiba Ahmed Rasim’in hüzünlü şarkısını dinlemek düştü: ‘Gözümde işve-nümâdır hayâl-i bîbedeli. Acep vefada mı semti, acep acep nereli?’ (s.15-16)

“(…) Türkiye’de, tek parti devrinin maddî ve manevî her türlü yokluğu içinde, ben bu sorulara cevap aramak için karşıma çıkan her türlü yazıyı, bir seçime tâbi tutmadan okuyordum. Öyle kitaplar ve yazılar vardır ki insan hayatının her safhasında bir mürşit gibidirler; yol gösterir veya yeni bir istikamet verirler. İnsan ruhunu uzun bir zaman süresi içinde besleyen ve yetiştiren kitapların yanı sıra bir anda sarsıveren bir iki mısra, birkaç satır yazı da vardır. 1946 yılında elime geçen eski, dağınık mecmualardan yapılmış bir cilt içindeki bir yazıyı -birçok makale gibi- fazla bir ilgi göstermeden okumaya başlamış, fakat okudukça yazıdaki rûhun benliğimi sardığını hissetmiştim. ‘Vatandaş Ahlâkı’ adını taşıyan ve benzerleri çok bulunabilecek bu başlığın altında o zamana kadar rastlamadığım bir üslûp, bir icaz, bir ibdâ karşısında idim. ‘Fertten doğup nâmütenahiye doğru yol alan hareketin âile, cemiyet ve insâniyet yollarından geçtiğini hareket felsefesi kabul ediyordu. Yani içtimaî nizama âit hareketler ferdiyetimizle Allah arasında bir köprü oluyordu. Âile, millet ve medeniyet, nâmütenâhilik ve evrensellik temâyülünü kendinde yaşatan ferdî hareketin eseri idiler.” (s.17-18-20)

“İnsanlığı hakiki çehresiyle tanımak için küçük görünen, kalabalığın alkışını toplayamayan, lâkin gözyaşından doğan eserlere bakın.” (s.20)

“(…) Daha sonra defalarca, içer gibi, ezberlercesine okuyacağım bu yazı ilk defa duyduğum bir imza taşıyordu: Nurettin Topçu. Makalenin çıktığı, yine o güne kadar varlığını bilmediğim Hareket mecmuasının diğer sayılarını buldum. (…) 1939-42 yılları arasında çıkmış o on iki sayılık koleksiyon, benim için o gün olduğu kadar bugün de Türk dergiciliğinde erişilmemiş bir fikrî olgunluğun meyvesidir. (…)” (s.21)

1949-50 ders yılında onun başka bir tarafı ile karşılaştım: Hocalığı. Vefa Lisesi’nde felsefe derslerimize geliyordu. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked