“Muhammedî Hakikat”
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın tasavvuf düşüncesi Makaleler-Konferanslar I (SUFİ KİTAP 2.Baskı: Aralık 2014) kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“İlk dönem sûfîlerinde çok kullanılmayan ancak sonraları Hakîm el-Tirmizî ve İbnü’l-Arabî’yle başlayan tasavvufî literatürde sıkça karşılaştığımız ve zirvesini Abdülkerim el-Cîlî’de bulan hakîkat-i Muhammediyye (Muhammedî hakikat) manâ itibariyle nedir?
Bu sorunun cevabı, kuşkusuz sûfîlerin âlem tasavvurunda gizlidir. Sûfîlere göre âlem zâhir ve bâtının dengesi üzere yaratılmış ‘olabilen en mükemmel‘ bir oluşumdur. Bâtının en mükemmel sûrette zâhire çıktığı bir yapıdır. Dolayısıyla burada zuhûra gelen her şey bâtının üflemesiyle, bâtından yüklenmek sûretiyle zâhire giydirilen manâlardır. Bu gözle bakıldığında, âlem Hakk’ın nurunun bir tür yansıması olmaktadır. Fakat Hakk’ın nurunun âleme yansıması ve ruhunun âleme intikâli bir irtibat noktası üzerinden olmuştur. Yani Hakk’ın tecellîsi bir noktaya olmuş, daha sonra da bu tecelliyât o noktadan inbisat etmiştir (açılmış, yayılmıştır).
Bu nokta, İslâm öncesi geleneklerde ve kültürlerde muhtelif adlarla anılmıştır. ‘Âlemin Ruhu‘, ‘Anima Mundi‘, ‘Evrenin Kralı‘, ‘Logos‘, ‘Adam Kadmon‘ bu adlar arasında göze çarpan birkaçıdır. Farklı felsefelerde, kültürlerde, dinlerde değişik adlar altında anılan bu prensip, esas itibariyle zâhirde görülen o âlemin bâtına açılan kapısıdır. Sûfîlere göre bu makam, âlemin zâhirinin kendisinin etrafında döndüğü, âlemin etrafında tavaf ettiği bu mihver (eksen) bir yönüyle yaratılmamış bir prensiptir. Hakk oraya tecelli eder, Hakk’ın tecellîsi oradan yansır. Bu konunun şer’î dil içerisinde kalınarak açıklanabileceği noktalar sınırlıdır. Dolayısıyla şer’î dil içerisinde kalınmak zorunluluğu bu konuyu anlatabilmeyi de güçleştirir. Bunun ötesinde bu konu, manâ olarak da irfan terakkiyâtının (yükselmelerinin) en üst konularından olduğu için onu konuşabilmek biraz ehliyet ve liyakat gerektirir. Görüldüğü gibi işin iki zorluğu var: Birisi manâ olarak onu kesb etmek (kazanmak), ikincisi kesb etsen bile bunu,-şehadet âlemine intikal ettirip anlatacağından dolayı- şer’î dil içerisinde ifade edebilmek.
Âlem Muhammedî Hakîkatin Yansımasıdır
Sûfîler, anlatabildikleri kadarıyla, tecellîlerin kendisinden neş’et ettiği yani Hakk’ın dünyevî işlere yönelik kısmı olan o Logos’a ‘Muhammedî Hakîkat‘ demişlerdir. Hakîkat-i Muhammediyye kavramı bedenlenmiş, Mekke’de doğmuş, Medine’de vefat etmiş, Abdullah’ın oğlu, Âmine’den doğma Hz. Muhammed dediğimiz o mücessem şahsın hakikatidir. Bütün peygamberler, Hz. Muhammed de içlerinde olmak üzere, Muhammedî Hakîkatin yansımasıdırlar. Muhammedî Hakikat ile Hz. Muhammed arasında mirac hadisesi vuku bulmuştur. Hz. Muhammed (sav) kendi hakîkatine miracda ermiştir.
Şeyh-i Ekber Fütûhât-ı Mekkiyye‘de Muhammedî hakîkati âlemin cevheri, âlemin rûhu olarak anlatır.
No Comments