“Muhammedî Hakîkat tümüyle belirmelerin ilkidir”
Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi-IV’den (Tercüme ve Şerh: AHMED AVNİ KONUK, Hazırlayanlar: Prof. Dr. MUSTAFA TAHRALI- Dr. SELÇUK ERAYDIN, M.Ü. İFAV Altıncı Basım Nisan 2017 İstanbul) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak. Başlığı teşkil eden cümle de alıntı olarak bu Fass’ın ilk satırlarındandır.
“Muhammedî hakikat mevcûdâtın hepsinin sâbit a’yânını (eşyânın / şeylerin varlık kazanmadan önce ‘ilâhî ilim‘de sâbit olan sûretleri) ve hakîkatlerini içine alandır. Onun üstünde hiçbir isim, sıfat ve na’t (vasıf) ile nitelenmiş, isimlendirilmiş ve övülmüş olmayan ‘sırf zât‘ vardır ki, belirmelerin tümünden münezzehdir. Zîrâ ahadî zât, zâtlığı hasebiyle tecellîden müstağnîdir. Dolayısıyla onun mutlak varlığı zâtlığı hasebiyle aslâ tecellî etmez. Onun tecellîsi ancak onda bi’l-kuvve (potansiyel olarak) mevcut olan sıfatlar ve isimler îcâbıdır. Var saysak ki ahadiyyet zâtında içkin ve potansiyel olarak mevcut sıfatlar ve isimler bulunmasa, zât zâtlığı üzere kalır ve ondan ebeden tecelli vaki olmaz idi. Fakat onda potansiyel olarak sıfatlar ve isimler sonsuz ölçüde bulunduğundan ve bunlar istidâd lisanlarıyla zuhûr talep ettiklerinden, sırf zât, belirmesizlik mertebesinden ilim mertebesine inerek, o sonsuz sıfatlar ve isimlerin sûretleri, Hak ilminde belirmiş ve herbirisinin hakikati yekdiğerinden mütemeyyiz (seçilen) oldu. Bu mertebeye, vahidiyet, sıfatlar ve isimler ve ‘muhammedî hakikat‘ derler. Ahadiyet mertebesiyle arasındaki fark, ancak ‘belirmesizlik’ ile ‘belirme’den ibarettir. Bu babdaki ayrıntılar Şîsî Fassı’nda geçti. Şu halde S.a.v. Efendimiz’in hakikati belirmelerin tümünün mebdei (başlangıcı) olmak itibariyle varlıkta vâhid (tek) ve ferddir. Ve kezâ tamamiyle belirmeleri kuşatmak itibariyle de tümellikle sıfatlanmıştır. Nitekim Feridüddîn Attar (k.s.) Bî–ser-nâme‘lerinde bu makâma işâreten buyururlar. Beyt: (Tercüme:) ‘ Ey iş adamı, Hak sırrını sana açıkça söyleyeyim ki, bu taayyün âleminde Ahad, Ahmed’dir, taayyün mim’ini kaldır, Ahmed Ahad olur. İşte ‘Allâhü’s-Samed’in ma’nâsını anla!‘ Ve kezâ Gülşen-i Râz sâhibi (k.s.) buyurur. Beyt: Tercüme: ‘Ahad, Ahmed’in belirme mîm’inde görünür oldu. Bu devirde evvel âhirin aynı geldi. Ahmed’den Ahad’e kadar fark bir mîmden, yani taayyünden (belirme’den) ibârettir. Bütün cihan mevcûdâtı o taayyün mîm’i içinde müstağraktır (batmıştır). Ve kezâ Mirzâ Bî-Dil (k.s.) buyurur. Rubâî: Tercüme: “O ahadî zâtın kudret âyinesi ve o sıfatlar ve isimler îcâd ve ızhârının cevheri gayb mertebesinde Ahad’dır; ve şehâdet mertebesinde ise, Ahmed’dir. İşte her iki cihân seyrinin rumûzu budur.”
“Velhâsıl ahadî zâtın kendi zâtında, kendi zâtına, kendi zâtı ile olan tecellîsinden ibâret ‘feyz-i akdes‘ (en kutsal feyz) ile başlayışla belirmiş olan ancak ‘muhammedî hakikat‘dir. Ve mertebede ona denk bir belirme/taayyün yoktur. O hakikat, Hakk’ın mutlak varlığının öyle bir küllî (tümel) ve ferdî mertebesidir ki, tüm belirmeleri içine alan ve kuşatandır. Ve işte ‘muhammedî rûh‘ budur. Onun için (S.a.v.) Efendimiz, anlam olarak ‘Allah’ın ilk yarattığı rûh yahut nûr’dur.‘ buyurmuşlardır. Ferîdüddîn Attâr (k.s.) Mantıku’t-Tayr‘da buyururlar. Beyt: Tercüme: ‘Ceyb-i gaybden ibtidâ zâhir olan şüphesiz onun nûr-ı cânı idi. (gayb ceybi: gayb yarığı). Daha sonra o mutlak nûr bayrak çekti; arş ve kürsî ve levh ve kalem peydâ oldu. Onun pâk nûrundan çekilen bayrağın birisi âlemdir; diğeri de Âdem ve onun zürriyyetidir.‘
No Comments