Muhyiddin İbnu’l Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem isimli eserinin Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmış tercüme ve şerhinin Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın’ın çabalarıyla dört cilt olarak yayına hazırlanmış ve İFAV’ca tamamı yayınlanmış olan ciltlerin dördüncüsünden alıntılar
“Her şeyin ezelî istidâdı ne ise, bu rahmetin nüzûlünde îman ve hidâyet, nimet, zevk ve rahat gibi tab’a (tabiat, huy) mülâyim gelen; ve küfür, dalâlet, nıkmet (belâ), elem ve rahatsızlık gibi tab’a hoş gelmeyen bir takım haller o şeye erişir. Şu halde ilâhî rahmet ancak varlık verdiği için, mülâyim olsun, mülâyim dışı olsun hepsine genişlik verici oldu. (…) İşte bunun gibi ahadiyyet zâtında gizli olan isimlere umûmun zâtî rahmetinin şümûlü eşit sûrettedir. ‘Mülk, 67/3’ âyet-i kerîmesi gereğince rahmânî rahmetin her bir isim üzerine yayılmasında farklılık yoktur. Farklılık ancak ilahî isimlerin istidadlarındadır. Rahmânî rahmetin taşmasında Hâdî isminin mazharı olan ‘ayn’da (hakikatde) hidâyet sûreti, ve Mudill isminin mazharı olan hakikatde de dalâlet sûreti zâhir olur.” (s. 6-7)
“Hak aklî makam olan cenâb-ı İlyas’da münezzeh oldu. Çünkü Hz. İlyas, şehvetlerden soyutlanmış olup, soyut ruh olarak kaldı. Ve şehvetlerden mücerred olan melekler, ruhlar ve akılların marifeti, tenzih üzerine olduğundan onda da tenzih görünür oldu. Nitekim melâike ‘Biz seni hamdinle tesbîh ve seni takdîs edip dururken’ (Bakara, 2 / 30) dediler. Ve tenzih ilahî marifetin yarısıdır. Zîrâ akıl, soyut olarak kendi nefsiyle olduğunda, ilimleri aklî nazarından alır. Bu sebeple de onun Allah Teala’ya marifeti teşbih üzerine değil, tenzih üzerine olur. Nitekim nazarî akıllarına tâbi olan zâhir ulemâsı da teşbihten ürküp tenzih ederler; ve onların teşbihten zevkleri yoktur.” (s. 31)
Ve Allah Teâlâ ona marifeti tecellî ile verdiğinde onun ilahî marifeti kâmil olur. Dolayısıyla tenzih yerinde hakiki tenzih ile tenzih eder. Teşbih mevziinde de şuhûdî (görerek, şâhid olarak) ve keşfî teşbih ile teşbih eder ve tabiî-unsurî sûretlerde Hakk’ın varlığı ile nüfûzunu görür. Ve bu, Allah tarafından indirilmiş olan şeriatlerin getirdiği tam kâmil marifettir; (…) Hak kendi nefsini nerede tenzih ve teşbih etmiş ise, o da onu oralarda tenzih ve teşbih eder. Aklî nazara tâbi olan zâhir ehli, ki vehmî potansiyel sâhipleridir, onların cümlesi bu marifetle hükm ederler; zira vehim, mutlak hakkında kayıdlama ve mukayyed (kayıdlı) hakkında da mutlaklık ile hükm eder. Ve bunun gibi mevcudun yokluğuna ve yok olanın da varlığına hükm eder.” (s. 31-32)
Vehim, aklî idrak edenler üzerine tenzih ve teşbih ile hükm ettiğinden bu insânî unsurî var olmada vehimler, akıllardan daha güçlü oldu. Zîra akıllının aklı, ne kadar kemâle ulaşırsa ulaşsın yine vehimle sonlanır. Ve akıl vehmin hükümlerinden kurtulmaz; onun aklî olarak idrak edilmiş neleri varsa vehmî sûretlerden mücerred (soyut) kalmaz. Dolayısıyla vehim, bu insânî kâmil sûrette en büyük sultandır; ve inen şeriatlar mademki insan için geldi vehim de insan üzerinde en büyük sultandır, şu halde şeriatlar da vehmin hükmüyle nâzil oldu. Böyle olunca hem teşbih ve hem de tenzih etti. Yani şeriatlar tenzih makamında vehim diliyle teşbih eyledi. Zîra vehim ancak hissî suretlerde cüz’î manâların idrakini verir.”(s. 33)
No Comments