“Nefsini icmâlen (öz olarak) ârif olan (bilen), Rabbini de icmâlen ârif olur.”
Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin FUSÛSU’L-HİKEM isimli eserinin (Tercüme ve Şerh: AHMED AVNİ KONUK, Hazırlayanlar: Prof.Dr. MUSTAFA TAHRALI -Dr. SELÇUK ERAYDIN, İFAV, Yedinci Baskı, 2017) I. Cildinin sonlarından yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki s.267’den alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil eden bir cümledir) oluşturacak bu yazıyı.
“Hakk’ın hitâbı umûmadır.”
(S.a.v.) Efendimizin bir sözü: “Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz.”
“Ben senin hoş olan ırmağına çıplak olarak dalayım, diye butûn (bâtın olma) sıfatlarımdan soyundum.” (Hz. Mevlânâ(r.a.)
“Velâyet esas ve hakikat itibariyle mutlak ilâhî sıfatlardır.”
“Hâtem-i rusül (resûllerin sonuncusu) velîdir; velâyeti hasebiyle ulûm (ilimler) ve esrârı (sırları) Hak’tan bilâ-vâsıta (aracısız) ahz eder (alır). Ve resûldür, Hak’tan aldığı ahkâmı (hükümleri) ümmetine tebliğ eder. Ve nebîdir, Hak’tan ve âhiret umûrundan (işlerinden) ümmetine haber verir.”
“Hakikatler ehli indinde (katında) Allah Teâlâ için ne ıtlâk (mutlak oluş) ve ne de takyîd (ıtlak’ın zıddı) vardır. Zîrâ Cenâb-ı ilâhî, yani ulûhiyyet hazreti (mertebesi) ilâhî isimlerin tümünü camîdir (toplayandır).”
“Tenzîhin tahdîd (sınırlama) ve takyîd (kayıdlanmış olma) oluşu ulûhiyet mertebesindedir. Ahadiyyet mertebesinde tenzîh ise şirk isbâtıdır. Çünkü ahadî zâtı tenzih için ondan gayri bir şey isbât etmek gerekir. Oysa o mertebede ne isim ve ne de sıfat ve na’t (nitelik) vardır! Cümlesi ahadî zâtta muzmahildir (yok olmuştur); ve zâtın gayri i’tibâr olunacak bir şey yoktur.”
“Bağımsız varlık ile göreceli varlık hep Hakk’ın varlığından ibâret olunca, halk (yaratıklar) dediğimiz belirmiş olanların ve kayıdlıların zihnî mefhumlarında (kavramlarında) görünür olan da hep Hak olmuş olur. Dolayısıyla Hak, her mevcûd ve melfûzda (telaffuz olunanda) ve her bir kavram ve melhûzda(akla gelende/düşünülende), herkesin istidâdına göre zâhir olup bir özel hitâb ile hitâb eyler: Mesnevî’den tercüme ve açıklama: Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, anlam olarak: “Ben o kuluma şah damarından daha yakınım” buyurdu (Kâf, 50/16). Sen ise bundan gâfil olup tefekkür okunu uzağa düşürdün; yani Hakk’ı kendi nefsinde değil, âfakta (ufuklarda) aradın. Ey okunu ve yayını tertip etmiş, akıl ve zekâsını diğer ilimler ile mahmûl (yüklü) kılmış olan kimse, av yakındır. Oysa sen okunu uzağa atmışsın.”
“Hak her fehimden (algılamadan) görünür olduğu gibi, her bir fehimden bâtın (gizli) olan da yine Hak’tır. Yani anlayışı sınırlı kimselerin kabiliyetlerinin yetişmediği kavramlar ile gizlidir; fakat bu gizlilik kavrayışı sınırlı olanların idraklarına göredir. Yoksa ‘Âlem Hakk’ın sûretidir ve kimliğidir; ve âlem Hakk’ın Zâhir (Görünür) ismidir‘ diyen ve bunun böyle olduğunu zevk olarak bilen kimsenin idrâkine göre bâtın değildir’. Çünkü böyle bir şerîf (şerefli) zâtın anlayışı sınırlı değildir. Bu şerefli zât, âlemin Hakk’ın zâtı itibariyle değil, belki zâhir ismi ile kayıdlanması ve belirmesi itibâriyle sûreti ve kimliği olduğunu bilir. Zîrâ o, Hakk’ı tüm mazharlarda müşahede eder. Nitekim Ebû Yezîd (k.s.) buyurmuştur ki: ‘Otuz yıldan beri Allah ile tekellüm ederim (konuşurum). Oysa insanlar kendileriyle konuştuğumu zannederler.‘ “
No Comments