Ömer Türker’in “Gazzâlî Öncesi Kelamcıların Özcülüğü” başlıklı yazısından alıntılar
Prof. Dr. Ömer Türker‘in CİNS adlı aylık dergide (Kasım 2021 / Sayı 74) çıkan bu yeni yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan oluşacak veya ibâret olacak bu yazı.
İlk alıntı, yazarın başlığın hemen altında vurgulu bir biçimde ifade etme gereği duyduğu, yazıda ise sonuna yakın bir yerde “Daha açık bir ifadeyle” denilerek yer verilen, yazının özü gibi anlaşılması istenen şu satırlar:
“İnsanı yaratmak, insanlık hakikatini yaratmak değildir, insan fertlerini var ederek insanlık hakikati veya mahiyetine varlık vermektir. İnsanlık hakikati bu varlıktan önce bir mahiyet olarak kendinde sabit olduğu gibi varlıktan sonra hem kendinde hem dışta hem de zihinde var olur.”
“Gazzâlî sonrasında kelâmda birkaç büyük dönüşüm olduğu gözlenir. (…)
Bu değişimlerin her birinin hem genel olarak İslam düşünce tarihi açısından hem de kelam tarihi açısından önemli sonuçları olmuştur. Fakat bizim konumuz olan özcülük açısından en önemlisi, varlık-mahiyet ve zorunlu-mümkün ayrımlarının kelamcılarca tevarüs edilmesidir. İbn Sina’nın varlık-mahiyet ayrımı, oldukça özlü bir şekilde şöyle açıklanabilir: Mahiyet’le kastedilen, herhangi bir nesnenin ‘o nedir?’sorusuna cevap olarak söylenilen yönüdür. Varlık kelimesiyle kastedilen ise o nedir sorusunun cevabında söylenen şeyin dış dünyada bulunmasıdır. (…) Mesela bir sandalyenin var veya yok olduğunu düşündüğümüzde herhangi bir çelişkiye düşmüyoruz. Zira sandalye anlamı yine kendisi olarak kalmaya devam ediyor. (…) Aslına bakılırsa varlık-mahiyet ayrımının çelişkiye yol açtığı şey, sadece varlığın kendisidir. Bu sebeple İbn Sina varlığın zorunluluk anlamına geldiğini, mahiyetin imkânı temsil ettiğini düşünür.
(…) Sandalyenin mefhumu zihnimizdeki anlamına, fertleri ise dıştaki sandalye gerçekleşmelerine tekabül eder. Oysa sandalyenin mahiyeti, hem dıştaki fertlerde hem de zihindeki sandalye anlamında bulunur. (…) Zira bir şey kendisi olmadan şu veya bu durumda bulunamaz. (…)
Bu tahlile göre varlık zorunlulukla özdeş hâle gelir ve tek bir şeyin hakikati olabilir: Tanrı. Çünkü varlık bir şeyin hakikati olduğunda artık o şeyin imkânından söz edilemez. Dolayısıyla da o şey zorunlu varlık olmalıdır. Onun dışındaki bütün şeyler kendinde bir mahiyete sahiptir ve ancak bir illet veya sebep vasıtasıyla varlıkla nitelenebilir. (…) Diğer deyişle bir şeyin varlığı fail sebebin eseri olabilir ama kendisi anlamında mahiyeti veya hakikati bir fâilin sonucu veya fiili olmaya elverişli değildir. İbn Sina’nın bu iki ayrımı klasik varlık düşüncesini öyle etkilemiştir ki, O’ndan sonraki hiçbir filozof, mütekellim veya sufi bu ayrımlara bigane kalamamıştır.. Özellikle F. er-Râzî’den itibaren kelamcılar bu ayrımı tevarüs ederek kelamın varlık düşüncesini bu ayrıma göre yeniden inşa etmişlerdir. (…) Bu durum, kelam geleneğinin nesnelerin hakikatleri hakkındaki kabullerinde de bir kırılmaya yol açmıştır.
(…) Fakat bundan daha önemlisi, bu ayrımların ortak bir kabulün doğmasına yol açmasıdır : Kendinde sabiteye sahip bir mahiyet fikri. (…) Artık kendinde mahiyetin mahallinin neresi olduğu hatta yaratılmış olup olmadığı ikincil bir sorundur. (…) Kuşkusuz bütün filozof ve kelamcılar buradan aynı sonuçlara ulaşmamışlardır. Fakat kelamcıların bir kısmı mütekaddimun dönemi ehl-i sünnet kelamcılarından farklı olarak nesnelerin mahiyetlerinin sabit olduğunu ve kendinde mahiyetin yaratmaya konu olmayacağını iddia ederek oldukça kökten görünen bir özcülüğe varmıştır. Bu tavrın en meşhur temsilcisi, ikinci klasik dönemin belki de en etkili ismi, Seyyid Şerif el- Cürcanî’dir. (…) Yaratma bir şeyi o şey yapmaz, sadece onu var kılar. (…) Daha açık bir ifadeyle insanı yaratmak, insanlık hakikatini yaratmak değildir, insan fertlerini var ederek insanlık hakikati veya mahiyetine varlık vermektir. İnsanlık hakikati varlıktan sonra hem kendinde hem dışta hem de zihinde var olur. Cürcânî’nin sonraki dönemlerde özellikle Osmanlı ve Safevî düşünürleri arasında takipçi bulacak bu yaklaşımı, kelam geleneğinde varlık-mâhiyet ayrımının bir uzantısı olarak geliştirilen yeni bir tür özcülüğü temsil eder. (…) Nesneyi önceleyen bilgi, Sünni kelamcıların pek çoğu için artık mahiyetlerin yani sabit özlerin bilgisine dönüşmüştür.”
No Comments