“Sûfîlerin iddiasının farklı tarafı, müminde pratikler sayesinde Allah’a, insana ve Allah-âlem ilişkisine dair marifet oluşacağı kabulüdür.”
Ömer Türker‘in “İslam Düşünce Gelenekleri Kelam-Fesefe-Tasavvuf ” kitabının (Ketebe Yayınları, 2. Baskı 2021) III. Bölüm’ünün (Tasavvuf Geleneği) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. İlk alıntı (s.110) da bu yazının başlığını teşkil etmiş durumda.
“Bütün dinî düşünce geleneği, Hz.Peygamber’de (sallallahu aleyhi vesellem) dile gelen ilahî hakikatle nasıl irtibat kurulacağı ve bu hakikatin nasıl anlaşılıp bir yaşam formu haline dönüştürüleceği sorularına cevap olarak ortaya çıkmıştır. Zira Müslümanlar Kur’an ve Sünnet’i anlamayı daima bir tür hakikat idraki olarak değerlendirmiştir. (…)” (s. 109) “Fıkıh amelî hayatla, kelam ise nazarî (teorik -a.a.) hayatla ilişkilidir. Diğer deyişle kelam düşüncenin inşasını, fıkıh ise hayatın inşasını amaçlar. Her iki disiplin de istidlâl yöntemini kullanır; akıl yürütme formları ve yorum araçlarının görünüşteki farklılıkları, yöntemin kendisinden ziyade yöntemin uygulandığı konulardan kaynaklanır.” (s. 110) “Tasavvuf ise istidlâl yönteminin verilerinin yanlışlığını iddia etmemekle birlikte eksik olduğunu ve Hz. Peygamber’de zuhur eden hakikate ulaştıran asıl yöntemin bir tür inşa edici taklit olduğunu iddia eder. Bu yöntem erken dönemde dünyevî maksatları gönülden çıkarmak yahut dünyaya yönelişi hayatın kurucu ilkesi yapmamak anlamında ‘zühd’ olarak adlandırılmıştır. İlerleyen yüzyıllarda ise riyazet ve mücâhede yöntemi olarak adlandırılacaktır.(…) Bu, asıl itibariyle Hz.Peygamber’de görülen kulluk şuuru ve halini müminin kendi hayatında yeniden inşa etmesini gerektirir. (…) Böylece mutasavvıflar, kelamcı ve fakihlerin ulaştığı idraki içererek, onu da aşan bir marifete ulaşılabileceği kanaatine varmıştır. Bu iddianın genel olarak İslâm ümmetinin ortak kabulüyle kesişen bir tarafı vardır.(…) Sûfîlerin iddiasının farklı tarafı, müminde pratikler sayesinde Allah’a, insana ve Allah-âlem ilişkisine dair marifet oluşacağı kabulüdür. (…) Fakat sûfîler, kıyas formları ile sonuçları arasındaki ilişkiye benzer şekilde, pratikler ile marifetler arasında düzenli bir ilişki olduğunu, dünyevî maksatlarla anlamları bulandırılmamış ibadetlerin belirli türden marifetleri meydana getireceğini iddia etmiştir. Tahmin edileceği üzere bu iddianın sonucu, tasavvufun kelam ve fıkıhtan farklı bir bilim olduğudur. (…) Öncelikle sûfîler bu iddiaya uygun bir insan tasavvuru ve bilgi teorisi geliştirmiştir. (…) Temel soruları, Hz.Peygamber’de (sallallahu aleyhi ve sellem) görülen kulluk ve marifeti tevarüs etmeye kabiliyetli bir insan tasavvurunun nasıl olacağıdır.(…) (…) Kelamcıların insana ilişkin açıklamaları da doğal olarak Atomcu teoriyle uyumlu hale getirilmiştir. (…) Râgıb el-isfehanî ve Gazzâlî ile birlikte kelam geleneğine felsefi nefs öğretisinin dahil olması, sûfîlere önemli bir imkân sağlamıştır. Yine Gazzâlî’den sonra İbn Sîna felsefesinin kelam geleneğine sokulması, dinî düşünce geleneklerinin tamamına felsefi öğretileri meşru bir şekilde kullanma hakkı vermiştir. Nitekim İbnü’l-Arabî’den itibaren sûfîlerin felsefî nefs teorisini insan tasavvurunun temeline yerleştirdiği görülür. (…) Şimdi sûfîlerin tasavvuf tarihi boyunca kabul gören insan tasavvurunu dört maddede özetleyebiliriz: 1) İnsan ruh ve bedenden oluşur.İnsânî latife adı verilen ruh, insanın metafizik alana ilişkin idraklerinin temelini oluşturur. Beden ise ruhun kabiliyetlerini işlevsel hale getiren hareketlerin mahallidir. Bu iki yönüyle insan Allah’ın bütün isimlerini anlama ve davranışlarında temsil etme işlevlerini yerine getirir. İbnü’l-Arabî daha sonra insanı, ilahî isimlerin en kâmil mazharı (zuhur yeri-a.a.) olarak tanımlamıştır.(…) Mertebede ilk olmak ile zuhurda son olmanın gereklerini yerine getiren bir fert ise ‘insan-ı kâmil’ olarak adlandırılır. Sûfîlerin insan tasavvuru aynı zamanda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem) tasavvuruyla da paralellik arz eder. (…) 2)İnsanın ruhani kabiliyetlerini işlevselleştirmesinin yolu, Hz. Peygamber’in dindarlığını tevarüs ederek farz ve nafileleri tam bir teslimiyetle ifa etmesidir. Şayet bir mümin dünyevî maksatlardan arınmış bir şekilde Hz. Peygamber’e ittiba ederse ruh ilahî feyze mazhar olur. (…) Sûfîler, nafile ibadetler arasında zikre özel bir önem verir. Çünkü zikir tumdengelimsel şekilde zihnin Allah manasına kilitlenmesine ve mahlûkattan yüz çevirip tam bir teslimiyetle Hakk’a yönelmesine imkân verir. (…) Bu bağlamda sûfîlere göre istidlâl yöntemi, insan çabasının zirvesi kabul edilen marifetullaha ve buna ulaşmak için Allah’tan gayrı olan şeyleri düşüncenin odağına yerleştirirken, mücâhede yöntemi bizâtihi Hakk’ı düşüncenin odağına yerleştirir. Diğer deyişle istidlâl yöntemi, mahlûkattan Hakk’a götürmeyi taahhüt ederken mücâhede yöntemi, Hakk’tan mahlûkata götürmeyi taahhüt eder. 3) Feyze mazhariyet, ayrıntıda oldukça çeşitlilik barındırmakla birlikte, ilham yoluyla gerçekleşir. Bunun için müminin kalbine doğan düşüncelerini (hâtır/havâtır), aklına gelen bilgilerini, rüyalarını ve ahvalini sürekli murakabe etmesi gerekir.(…) 4) Hz.Peygamber’e hakkıyla ittiba, ona bahşedilen bilgiye vâris olmayı sağladığı gibi onda görülen hallere mazhar olmayı da sağlar. (…) Söz konusu ruhânileşme insanî latifet olan ruhun küllîleşmesidir. Küllîlesme sûfîlerin insan tasavvurunu kavramak için kilit bir öneme sahiptir. (…) Bu bağlamda kabiliyetlerini fiilî hale getirmiş kâmil insan, var oluşun mertebelerini kendi varlığında temsil edebilen kimse demektir. Sûfîlerin insana dair en kritik cümlesi de buradan neşet eder: İnsan, sadece bütün mevcutların sûretlerini idrak etme değil aynı zamanda kendi varlığında içerme özelliğine sahiptir. Özellikle İbnü’l-Arabî sonrasında tasavvuftaki insan tasavvuru ile felsefe geleneğindeki insan tasavvurunun olanca benzerliğine rağmen ayrıştığı en kilit nokta burasıdır. (…)” (s.110-115 arası)
No Comments