Ömer Türker’in “İslâm Düşünce Gelenekleri Kelam-Felsefe-Tasavvuf” kitabının (Ketebe Yayınları 2.Baskı 2021) “Tasavvuf Geleneğinin Varlık Düşüncesi” başlıklı bölümünden alıntılar
“Sûfîlerin nazarî tefekkürleri, esas itibariyle Allah ve insan ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Bu bağlamda onların varlık tefekkürü de bir yönüyle marifetullahı (Allah’ı bilmeyi), diğer yönüyle marifetünnefsi (insanı bilmeyi) hedefler.
Kelam geleneğinde Allah-insan ilişkisi, insanın âlemin bir parçası olduğu kabulünden hareketle kuruluyordu. (…) Diğer deyişle kelamcılar tenzihi merkeze almışlar, teşbihi tenzîhin bir alt kümesi olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla kelam geleneğinde benzerlik farklılıktan türetilmiştir. Sûfiler ise özellikle Gazzâlî öncesi dönemde Ehl-i Sünnet kelamının temel kabulleriyle uyumlu olmaya özen gösterseler de Allah-insan ilişkisinde benzerliği merkeze alıp farklılığı benzerlikten türetmişlerdir. Kuşkusuz bu, kadîm-hâdis karşıtlığından vazgeçmek anlamına gelmez fakat bu ayrımın çıkış noktası olmaya elverişli görülmediğini ifade eder. Pekâlâ, sûfîlerin temel kavramı nedir? (s. 117)
Birûnî (ö. 453/1061), tasavvuf kelimesinin kökenine ilişkin bir tartışmasında bu kelimenin Yunancada hikmet anlamına gelen ‘sofia’ kelimesinden geldiğini, zira İslâm ümmetinin varlık hakkında konuşan filozoflarının sûfîler olduğunu söyler. (…) Değerlendirmenin önemli yanı, sûfîlerin tefekkürünün merkezî kavramına işaret ediyor olmasıdır. Sûfiler insanın hallerine ilişkin tefekkürün Allah’ın tecellîlerine veya isimlerine ilişkin bir tefekkür olduğuna kanaat getirmiştir. (…) kelam kitaplarından farklı olarak tasavvuf kitapları erken dönemden itibaren asıl olarak insanın hallerine göre tasnif edilmiştir. Allah hakkındaki bütün yargılar, kulun hallerine ilişkin yargıların bir uzantısı olarak vazedilir. (…) Onlar için temel sorun hangi insanî durumun, Allah hakkında ne türden bir bilgiyi doğuracağıdır.
(…) Gazzâlî öncesi dönemde tefekkür ilk adımda âlem kavramını münhasıran insana tahsis ederek ilerler. (…) Allah hakkındaki bilgi genel olarak insanın değil ‘kulluk’ yapan insanın kendisi hakkındaki idrakinden türetilir. Haşyet, teslimiyet, sadâkat, üns, heybet, rıza gibi insanî durumlar, Allah’ın kendi mahremini kula açmasının anahtarı haline getirilmiştir. Bu tahlillerin iki yönü vardır:
Birincisi, söz konusu insanî durumlara ilişkin idrakin, Allah hakkında aksine bir idrake ulaştırmasıdır. Buna göre kul acizliğini idrak ettiğinde Allah’ın kudretini; fakirliğini veya muhtaçlığını idrak ettiğinde Allah’ın müstağniliğini kavrar. (s.118)
(…) Kıssaya göre Allah, Hz.Musa’ya ‘Ey Musa, bana bende olmayanla gel’ buyurmuş; Hz. Musa ise ‘Rabbim sende olmayan nedir?’ diye sorduğunda Allah ‘Bende olmayan acizliktir’ buyurmuştur.
Sûfiler, Hakk’a ilişkin marifete ulaştıran bütün haller ile lutfedilen ma’rifetin ortaya çıkardığı halleri dakik bir şekilde ayrıştırmıştır. Marifete ulaştıran hallerin tamamı gerçekte acizlik ve muhtaçlığın türevleridir. (…)
Tahlillerin ikinci yönü tam da Hakkın kula lutfettiği bilgilerin insanda ortaya çıkardığı marifetlerde (makamlar) kendisini gösterir. (…)
Nitekim büyük velî Beyazıd-ı Bistâmî (ö.234/848) ‘Kadîm ile hâdis karşılaştığında hâdisten eser kalmaz’ demiştir. Burada kadîm Allah’ı, hâdis de kulu ifade etmektedir. (…) Zira kul sadece fiillerini değil, aynı zamanda kendisini Hakk’ın fiili olarak idrak eder. Dolayısıyla kulluğun vesile olduğu marifet, gerçekte tek bir varlığın idrakine ulaşmak ve görünürdeki çokluğun aslında fiillerin çokluğu olduğunu kavramaktır. (…) Kurb-ı nevafil hadisinde dile gelen ‘Gören gözü, işiten kulağı olurum’ ifadesi, Hakk’ın kula tâbi olmasını değil, kulun Hakk’ın fiili haline gelmesi yahut gerçekte fiili olduğunu idrak etmesi demektir. Bu sebeple Hucvirî (ö. 465/1072) Keşfu’l-mahcûb isimli meşhur eserinin ikinci bölümüne ‘Keşfu’l-hicâb’ (perdenin açılması) adını verir. (s.119)
Meseleye bu açıdan bakıldığında tasavvufun var oluşun anlamına ilişkin küllî bir araştırma olduğunu yahut böylesi bir araştırmayı hedeflediğini belirtmek gerekir. (…)” (s. 119-120)
No Comments