“O’ndan bize dönük olan tevellî (dost edinmesi) / Bizden O’na dönük olan zillet ve kulluk”
Fütûhât-ı Mekkiyye‘nin ( Yazarı: Muhyiddin İbn Arabî, Çeviri: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, 2011) Eserin çevirisinin 16. Cild’inden bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. İlk alıntı da bu yazının başlığını teşkil etti (s.59)
“Dostum bilmelisin ki, inkâr karanlığı en güçlü karanlıktır, çünkü o mutlak bilgisizlik demektir. Allah kulunu dost edindiğinde, onu ‘imkân’ demek olan bu cehalet karanlığından varlığın zorunluluğu nuruna çıkartır. Bu durumda insan ‘zorunlu’ diye nitelenendir ve Allah onu kendisi için ‘imkân’dan çıkartır. Allah’a ait zorunluluk hükmüyle kendisiyle sınırlandığımız zorunluluğumuzun hükmü arasındaki fark şudur: Allah kendisi nedeniyle zorunluyken biz O’nun nedeniyle zorunluyuz.” (s. 59)
“Allah mü’minin olduğu gibi mü’min de Allah’ın velîsidir.” (s. 61)
“Hz.Peygamber’e ‘Allah’ın velîleri kimlerdir?’ diye sorulduğunda, şöyle demiştir: ‘Görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı kişiler!’ Biz velileri gördüğümüzde Allah bilinir, hatırlanır ve müşahede edilir. Hz. Peygamber onların Allah’ın velîleri olduğunu söylemiştir. Nitekim Allah da ‘İman edenlarin velîsidir’ (el-Bakara 2/257) O halde mü’min, Hakk’a ’eman’ verendir. Burada ’eman’, Allah’ın kendisinin niteliği olduğunu söylemediği ve şanına yakışmayan zillet veya muhtaçlık gibi bir özelliği O’na izafe etmekten uzak durmaktır. (…) İnsanlar emindir ki, mü’min onların haklarını ihlal etmez. Hakları hususunda başkasına emniyet duygusu vermeyen biri mü’min sayılmaz. (…)” (s. 61)
“Allah şöyle der: ‘Hayır! İnsan azgınlık yapar, kendini müstağni görünce… (el-Alak 96/6) İnsanın kalbinde fakirlik korkusu yaratılmış olduğu için, verme kapısını üzerine kapatır. Verirse, aynı fakirlik ( korkusu içindeyken) bu kez kendini zengin görerek taşkınlığa kalkar. Müstağni kalmasını sağlayan malı verirse fakirleşir, bu durumda zelil olur. Dolayısıyla zengin sürekli korku içindeyken fakir her dâim talepkârdır. O halde umut fakirin işidir, çünkü zenginliği umar durur! Korku ise zengine aittir, çünkü fakirlikten korkar. Sadaka verdiğinizde, Allah hüviyetiyle onu yerine koyar. Çünkü insan bedel görmeden infakta bulunmaz. Bir deyimde ‘Yerine geleceğini gören, verirken cömert davranır (kaz gelecek yerden tavuğu esirgemez)’ denilir. (…) Mal kendisinde tasarrufta bulunan şeye tesir eder. Çünkü tasarruf eden kişi (tasarrufta bulunduğu şeye) dair bilgisini aşamaz. Bilgisi ise bilinenden elde edilmiştir. (…) Her kim seni kendi nefsi üzerinde hüküm sahibi kılarsa, seni kendisi hakkında hüküm sahibi yapmada ‘hüküm sahibi’ olandır. Anla!
İlah varlığıma karşı cömert oldu / Pek çok kimseden gizlediği ihsanıyla / Kuşkunun bulunmadığı bir bilgi verdi / Zeki ve tecrübeli insanın kuşkusu yoktur” (s. 63)
“Bilmelisin ki, infakı ancak hâdis (zaman içinde yaratılan) kabul edebilir, çünkü infak yok etmek demektir ve ancak hâdis yani zaman içinde var olan yok olabilir. ‘O’nun vechinden başka her şey helak olacak.’ (el-Kasas 28/88) Bir şeyi helak eden onu yitirmiş demektir. Onu yitirdiğinde, artık onu bulamaz. Bulamayınca bu kez Allah’ı orada bulur ve Allah onun yerini almıştır. (…) Dolayısıyla O olmayınca, yerini alma ve haleflik durumu ortaya çıkmış, Allah o şeyin varlığının yerini almıştır. Bu durum ‘Allah’ı onun yanında bulur’ sözümüzün anlamıdır. Sebepler ortadan kalktığında, Allah bulunur. ‘Denizde size bir zarar geldiğinde, sadece O’na O’na dua edersiniz.‘ (el-İsra 17/67) Âyette geçen ‘dalle’ kelimesi yok olmak demektir. Yok olduktan sonra, artık onu bulamazsınız. Sebebin yok olduğu yerde bulacağınız şey sadece Allah’tır. Hz. Peygamber bir yolculukta dua ederken şöyle der: ‘Allah’ım! Sen yolculukta sâhibimiz, ailede halifemizsin.’ (…) Böylelikle Allah her şeyin vekili olur. Başka bir ifadeyle hüviyetiyle her şeyin yerini alır. (…)” (s. 63-64)
No Comments