“Nelerin şiirle başladığı, şiirin nelerle başladığı muammadır.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında DÜZEN MÜZEN, GÜNDEM MÜNDEM, ŞİİR MİİR başlıklı ve 7 Ramazan 1444 (29 Mart 2023) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/ IsmetOzel?ld=167&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının beşinci paragrafının ilk cümlesi olup alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) bu yazıyı oluşturacak.

“(…) Dünya düzeni dediğimiz şey gerçekte bütün insanlığı mali hegemonyası eliyle sıkboğaz eden Dünya sistemi’dir.”

“Açıkçası bir himaye düzeninin olmadığı yerde insandan bahis açmamız imkânsızdır.”

“Lenin’in 1924 Hıristiyan yılında SSCB’ne yabancı sermaye celp etmek için çırpındığını bilir miydiniz? Bunu bilmiyor ve giderek buna ihtimal dahi vermiyorsanız benim yazdıklarımdan istifade etmeniz imkânsızdır.”

“Şifa diliyoruz. Hem kendimiz ve hem de başkaları için.”

“Allah’tan iki dünyada da kolaylık diliyoruz.”

“(…) Yani yalnızca hayatımızdaki mâniaları aşmak için değil, mânia üretmemek için de savaşmamız gerekiyor.”

“Mesnevî Hikâyeleri”nden biri:’Azrâil’in bakışından korkan adamın hikâyesi’

 

Mevlânâ Celâleddin Rûmî‘nin eseri olan Mesnevî Hikâyeleri‘nden (Hazırlayan: Şefik Can, Ötüken Yayınları, 1.Basım: 2003, 17. Basım) biri olan başlıkta belirtilen hikâye (s.42) bu yazıyı oluşturacak.

“Saf bir kişi, bir kuşluk vakti koşa koşa Hz. Süleyman’ın Adalet sarayına sığındı. Yüzü gamdan, korkudan sararmış, iki dudağı mosmor kesilmişti. Hz. Süleyman ona ‘Efendi! Sana ne oldu?’ diye sordu. Adam, ‘Azrail bana öyle öfkeli, öyle kin güder bir gözle baktı ki…’ dedi. Hz. Süleyman, ‘Peki’ dedi. ‘Sen şimdi benden ne istiyorsun? Onu söyle!’ Adam, ‘Ey canları koruyan büyük varlık! Rüzgâra emret de… Beni buradan Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarmış olur.’ Hz. Süleyman rüzgâra emretti. Rüzgâr da o adamı aldı, hemen deniz üstünden uçurarak Hindistan’ın iç taraflarında bir yere götürdü. Ertesi gün divan kurulmuştu. Herkes Süleyman’ın huzuruna gelmişti. Hz. Süleyman Azrâil’e dedi ki: ‘Senin korkundan bana gelip sığınan o müslümana, onu canından, malından, evinden- barkından ayırmak, avare etmek için mi öyle öfkeli baktın?’ Azrail dedi ki: ‘Ben ona öfkeli bakmadım. Ben onu yol üstünde gördüm de şaşırdım kaldım; bu sebeple ona şaşkın şaşkın baktım. Çünkü Cenâb-ı Hak bana ‘O’nun canını bugün Hindistan’da al’ diye buyurmuştu. Şaşırdım da, kendi kendime dedim ki: ‘Bu adamın yüzlerce kanadı bile olsa, onun bugün Hindistan’a varabilmesi çok uzak, çok zor’. Ey yoksulluktan, ilâhî takdirden korkan ve ihtiraslarına kapılan kişi; sen bütün dünya işlerini bununla kıyasla, gözünü aç da, hakikati gör. Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne de olmayacak şey! Kimden neyi kapıyoruz? Neyi kaçırıyoruz? Allah’tan mı? Ne de büyük günah…”

“İnsân-ı Kâmil” isimli kitaptan Esmâ(İsimler) tecellîsi üzerine

 

Müellifi Abdülkerîm el-Cîlî, mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun, yayına hazırlayanları merhûm Yrd.Doç.Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal olan, İz Yayıncılık’tan çıkmış (4. Baskı: 2015) kitabın “Tecelli-i esmâ Hakkındadır” başlıklı Onüçüncü Bâb‘dan yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Cenâb-ı Hak, kullarından bir kul üzerine ‘esmâ-ı ilâhîyye’sinden bir isim ile tecellî ederse, o kul, o ismin envârı (nurları) altında muzmahil (çökmüş) olur. Hakk’a ne vakit o isim ile nidâ etsen, o isim kendi üstüne vuku bulduğu için, isim mazharı (zuhur yeri) olan o kul senin nidâna cevap verir.

İsimlerin tecellîlerinden birinci meşhed (şehid olunan veya şehidin gömüldüğü yer), Cenâb-ı Hakk’ın kuluna, ‘Mevcûd’ ismiyle tecellî etmesindedir. Bu isim o tecellîde kula ıtlâk olunur. Bundan daha yüksek tecellîsi ‘Vâhid’ ismiyle tecellîsindedir. Ondan daha yüksek tecellîsi ‘Allah’ ismiyle tecellîsindedir. Bu tecellîde kul, büsbütün muzmahil olarak, varlık dağı yıkılmış olur. Hak o kimseye Tûr hakikati üstünde, anlam olarak, Şüphesiz ben Allah’ım nefhası (nefes üfürmesi) ile nidâ eder. İşte o zaman Allah, kul ismini mahv ederek, onun için Allah ismini isbât eder. ‘Yâ Allah’ diye nidâ etsen o kul lebbeyk ve se’deyk diye cevap verir. Kul bu mertebeden daha da terakkî ederek, Cenâb-ı Hak ona kudret ihsân eder ve onu fenâdan sonra bakâya nâil ederse, o kulda nidâ eden kimseye Allah cevap verir. Meselâ o kimseye ‘Yâ Muhammed!’ diye nidâ etsen, Allah lebbeyk ve se’deyk diye cevap verir.

Kul daha ziyâde terakkî eder ve kudret kazanırsa, Hak o kul için ‘Rahmân’ ismiyle tecellî eder. Daha sonra ‘Rab’ ismiyle, daha sonra ‘Melik’ ismiyle, daha sonra ‘Alîm’ ismiyle, daha sonra ‘Kâdir’ ismiyle tecellî eder.

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III “Rahmânî Hikmet” üzerine

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin müellifi olduğu, Ahmed Avni Konuk‘un tercüme ve şerhini gerçekleştirdiği, Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından dört cilt olarak yayına hazırlanmış ve yayınlanmış (İFAV) olan bu ünlü eserin üçüncü cildinin (Altıncı Baskı, 2017) XVI. Fass’ından yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Bilinsin ki rahmet, biri zâtî diğeri sıfâtî olmak üzere iki kısımdır. Ve bu iki rahmetten her birisi de, özellik ve genellik itibâriyle iki kısma ayrılır ki, bu durumda rahmet dört asıl üzerine kurulmuş olur.

İlk asıl: umûma mahsus zâtî rahmettir. Bu rahmet ahadiyet zâtında saklı olan oranlar ve olayların, Hakk’ın kendi zâtında kendi zâtına tecellîsi sûretiyle ilim mertebesinde sübût (meydana çıkma) bulmalarıdır. Diğer ifadeyle Hakk’ın ahadiyet zâtında sıkıntı içinde kalmış olan esmâsını (isimlerini) rahmânî nefesle soluklandırıp onlara ilmî varlık vermesi sûretiyle bu sıkıntıdan azad etmesidir ki, bu rahmet esmânın tümünü kapsayıcıdır. İkinci asıl: Özel zâtî rahmettir. Bu rahmet Hakk’ın bazı kullarına muhabbeti eserlerinden olan ezelî inâyettir (lütuf, ihsan). Ve bu inâyet için hiçbir sebep ve vesîlenin dahli ve etkisi yoktur. Üçüncü asıl: Sıfatlarıyla ilgili genel rahmettir. Bu rahmet şeylerin hepsine açık olan genel zâtî rahmet hükmüdür. Zira zâtî genel rahmet gereğiyle ilimde sübût bulan sâbit hakikatlerin sûretleri, bu hakikatler hükmünce kevnî (kozmik) hakikatler s6retleriyle görünür oldular. Dördüncü asıl: Sıfatlarla ilgili özel rahmettir. Bu rahmet de özel zâtî rahmetin hükmü olup ezelî kutlulara özgüdür.

Özgürlük üzerine

 

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘in Mayıs 2022 sayısı (Sayı 3) Özgürlük üzerine yazılardan oluşuyordu. Bu konuda dergide bir açık oturum ve sütunlar (yazılar) vardı. O açık oturumdan ve bazı yazılardan yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Biz Nebi ile karşılaşıyoruz ve o bize bir mükellefiyetimiz olduğunu hatırlatıyor. Bu kaçınılmaz bir şekilde analitik olarak aslında özgür olduğumuzu da içeriyor. (…)” ( Açık Oturum’dan; Ahmet Ayhan Çitil)

” Küllî bir iradenin tahakkuk ettiricisi olarak cüz’î iradeye sahip olmak ise bunun bilincine vararak tabakalarını takdir etme ve birisinden azat olabilme kararını verme yetisidir. Yani kendisini birinden kurtarıp ötekinin vasatı haline getirebilme kararını verme özelliği. (…) Yani biz özgürlüğü daha geniş küme yapabilmeliyiz. Diğer bütün durumlar özgürlüğün alt kümesine dönebilmeli. (…) Dolayısıyla insan için ayırıcı bir vasıf olması lâzım. Zannediyorum o vasıf söz konusu küllî eylemin tahakkuk ettirici vasatı haline gelebilmeyle ilgili bilince sahip olmasıdır. Yani onu idrâk etmesi ve onun muhtemel imkân seviyeleri arasında tercihte bulunabilmesi… Özgürlük tam burada ortaya çıkıyor. (…) İnsanî seviye en alttan en üste kadar tercihte bulunabilme ve kendini vasat haline getirebilme özelliğine sahiptir. Yani dünyadaki en melanet işleri tercih eden insanlar da, en ulvî işleri tercih eden insanlar da vasat olma işlevini yerine getiriyorlar. ” (Ömer Türker)