Varlık meselesi

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin (doğumu H.767, İran’ın Cilan veya Bağdat yakınlarındaki Cîl kasabası. Seyahatları: Hindistan, Arap Yarımadası. Vefatı Yemen’in Zebid şehrinde, H.826 veya 832) tam ismi el-İnsânü’l Kâmil fî ma’rifeti’l- evâhir ve’l-evâil olan eserini Abdülaziz Mecdi Tolun (doğumu Balıkesir, m.1865, vefatı İstanbul, 1941) İnsân-ı Kâmil Tercümesi olarak o dönemdeki Türkçe’ye çevirmiştir. Bu tercüme merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal tarafından İNSÂN-I KÂMİL ismiyle yayına hazırlanmış ve İZ Yayıncılık İslâm klasikleri dizisinden 19. Kitap olarak çıkmıştır(4.baskı:2015) Bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

” Tam adıyla Sonların ve ilklerin bilinmesinde İnsân-ı Kâmil şeklinde tercüme edebileceğimiz bu kitabın ismi, okuyucuyu doğrudan tasavvufun en yüksek entelektüel konularıyla karşı karşıya bırakmış olur. Cîlî’nin eserinin hemen girişinde kendi yöntem ve tavrı hakkındaki ifadelerinde belirttiği ‘Bu kitaptaki her bilgi, hadis ve âyet ile müeyyeddir (teyid edilmiştir /desteklenmiştir.)’ ifadesinden hareket edersek, her ne kadar kendisi bunu zikretmese de bu isimlendirmenin bir hadise telmih ettiği (manâlı olarak işâret ettiği) anlaşılmaktadır. (…)”

“Bu bağlamda zikredilebilecek diğer bir hadis de, özellikle tasavvuf düşüncesi için büyük ehemmiyet ve anlama sahip olan ‘Ben bir gizli hazine idim, bilinmek istedim; yarattım, ta ki bilineyim.’ anlamındaki kudsî hadisdir. Ayrıca ‘Allah’ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur, ey Câbir!’ ve Hz.Peygamber’in tarihî ve maddî tezâhüründen önce Muhammedî hakikatin mevcûdâta önceliğini ifade ettiği, ‘Âdem çamur ve su arasında iken ben nebî idim’ hadisleri de kitabın isminin çağrıştırdığı hadislerden ilk akla gelenlerdir.”

“Çağdaş Küresel Medeniyet Anlamı/Gelişimi /Konumu”

 

Şaban Teoman Duralı (merhûm)’un daha gerçekçi bulduğu anlaşılan bir başlığı daha var: “Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti” . dergâh yayınları‘ndan çıkmış kitabın Birinci Baskısı: Kasım 2000. Kitabın başlarından birkaç yerden alıntılar oluşturacak bu yazıyı. “(…) İngiliz-Yahudî medeniyetine gelince, o Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin tabiî uzvî devamı olarak da görülebilir. Yeniçağda başgöstermiş olan ıslâhât, insancılık ile aydınlanma devrimcilikleri, İngiliz-Yahudi medeniyeti çerçevesinde temellenerek kurumlaşmışlardır. (…) İşte, gerek Yeniçağ dindışı Batı Avrupa gerekse ondan türemiş ve çok daha keskince, belirgince biçimlenmiş olan Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetleri, insanın biçimselci düşünme-bilme yetisini esas almışlardır. Tüm öteki kültürler ile medeniyetlerin benimsemiş bulundukları Tanrıcı ve doğayıaşkın dayanak yerine, insancı-dünyacı pâyândayı gündeme sokmuşlardır. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa’nın kurumlaşmış felsefesi, Rene Descartes’ın (1596-1650) çığır açıcı res extensa kavrayışını esas almak ve bu kavrayışın gereği olarak da bilimin -aklî klasik mekaniğin- işleyişini örneksemek suretiyle hayatın ve dünyanın tüm köşe bucağını izah etmeğe kalkmıştır ve neticede bir ideoloji olan insancılık-dünyacılığı inşâ etmiştir. İngiliz-Yahudî medeniyetindeyse, insancılık-dünyacılık, ideoloji olma vasfını kaybedip dünyagörüşü hâline gelmiştir. Bu dünyagörüşünün içerisiyse, insanın maddî ilişkiler ağıyla doldurulmuştur.(…)”

İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz

 

İsmail Kara‘nın, başlığı yukardaki kısmı tamamlayan Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not olan kitabından yapacağım birkaç alıntılama bu yazıyı oluşturacak.

“Şerh ve haşiye literatürü aslında klasiklerin ayrılmaz bir parçası hatta bazı bakımlardan ta kendisidir.” (s.14) “(…) Bizim için meselâ Fahreddin Râzî’yi İbn Sina olmadan anlamak ve tarihî bir bağlama oturtmak ne kadar zor ve imkânsızsa İbn Sina’yı Râzî veya Tûsî şerhleri olmadan kuşatmak ve yorumlamak da o ölçüde eksik ve yetersiz kalacaktır.(…) (s.14) “Şerh ve haşiye geleneğinin önce muğlaklaşması, ardından menfi ve ironik kelime ve terkiplerle tavsif edilerek olumsuz, değersiz ve itibarsız bir alan haline ge(tiri)lmesi Müslüman Türkler için, İslâm ilim ve kültür mirası için olduğundan daha ciddî ve tehditkâr bir anlam ifade etmektedir. (…) Bir başka ifade ile şerh ve haşiye edebiyatını ihmal etmek Türklerin İslâm tarihi içindeki yerlerini, tabir caizse İslâm tarihine müdahalelerini ihmal etmek manâsına gelecektir. (…)” (s.14)

“(…) Modernleşme düşüncesi ve onun otorite düşmanlığı, insan/birey merkezciliği başta olmak üzere birçok başka hususun derinliğine kavranmasını da lüzumlu kılan bu anlama çabası, şerh ve haşiye literatürünün yerini ve muhtevasını anlamak ve kuşatmak için de zaruridir. Fakat şimdilik burada işaret etmek istediğimiz husus bugünün bakış açısı ve gerçekleriyle klasik eser ve müelliflere, şerh ve haşiye dünyasına kıvam düzeyde dahil olmanın zorluğu, belki de imkânsızlığıdır. (…) (s.21)

“(…) Şerh ve haşiye metinlerinin özelliklerini bilmeyen ve üslubunu önemsemeyen düz bir bakış ve okuma biçimi Şerh-i Belâgat‘ta hiçbir ciddî tenkit ve yeni bilgi görmeyebilir. (…)” (s.54)

“Son büyük Fusûs şârihlerinden Ahmed Avni Konuk’un telif tarzı ve tavrı bu konuda farklı bir örnek olarak zikredilebilir. ‘Firavun’un imanı’ bahsinde hem kendisinden önceki şerhleri özetleyen hem de kendi görüşlerini zikreden müellif, bu konuda diğer şârihler Abdürrezzak Kâşânî, Davud-ı Kayserî, Yakup Han ve Abdullah Bosnevî’ye muhalif görüşler serdeden meşhur Fusus şârihi Bâlî Efendi’nin fikirlerini maddeler halinde özetleyip uzun uzadıya cevaplamaktan, netice itibariyle reddetmekten geri durmaz. Buna karşılık yerleşik ilim-telif âdâbı ve erkânına riâyette de kusur göstermez; muhteva itibariyle sert sayılabilecek tenkitler yönelttiği Bâlî Efendi karşısında kendisini aşağıya, zelil derekesine indirir. (…)” (s.55)

Gayb üzerine

 

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif’te (Temmuz 2022 /Sayı 4) başlıkta belirtilen konuda bir açık oturum ve yazılar var. Bunlardan yer yer yapacağım alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

AÇIK OTURUM’dan :

İ.Fazlıoğlu: (…) Bu çerçevede gayb, metafizik ve meçhul kavramları arasında bir ayrım yapmak önemli. (…)

Ö.Türker: (…) kelime anlamları itibariyle bunlar birbirleriyle ilişkili gözüküyor, ilişkiden ziyade zaman zaman birbirlerinin yerine kullanıldığı oluyor. Fakat aralarında farklılık var. ‘Meçhul’ çok çok genel bir ifade, o aslında bir terim değil.

İ.Fazlıoğlu: Evet! Ancak şunun için ekledim: İngilizce’de unknown yani bilinmeyen/meçhul diyorlar ‘gayb’a; (…).Ama unknown gayb değil. Ö.Türker: Evet evet, ‘meçhul’ herhangi bir disiplinin terimi değil, gündelik dildeki anlamıyla kullanılır, ‘bilinmeyen’ demektir. (…) Burada terim olan, metafizik ve gayb kelimeleridir. Gayb, en genel anlamıyla duyulardan gizli olan yani insanın beş duyu organıyla idrak edemediği durumlar anlamına geliyor. İ.Fazlıoğlu: Peki, aklın idrak edebildiği şey midir gayb?
Ö.Türker: (…) Aslında insanın aklıyla idrak edebildiği şeyler nazarî olarak bilinmeyen kısmına girebilir ama gayba girmez. Nazarî gayb diye bir şey olmaz. A.A.Çitil: Duyulurlar cihetinden düşünülürler gaybî olabilir ama bu anlamda kendinde gaybî diyemeyiz. Türker: Evet diyemeyiz. Ama bu durum zaman zaman metafizik ile gaybın karıştırılmasına yol açmış. Metafizik, cismanî olmayan demek,sadece duyulur olmayan demek değil. Yani cismanî olanın ötesine geçen yahut cismanî olana indirgenemeyen demek. Dolayısıyla metafizik şu masanın varlığıyla, insanın varlığıyla, nesnelerin varlığıyla-imkânıyla ve zorunluluğuyla ilgili bir şeydir. Nihaî anlamda metafizik Tanrı’yı bilmekle sonuçlanır. Yani varoluşun bütünlüğünü idrakle neticelen bir şeydir. Bu manâda metafizik gayb olmayan, şu anda duyularımızla idrak ettiğimiz nesnelerin tamamını da kapsamına alan ama mefhum (kavram) olarak bunların varlık, birlik, zorunluluk ve imkân gibi cihetlerini inceleyen disiplinin ismi yahut onların aklen kavranabilir olan yönünün ismi iken gayb duyulardan gizli olanların bütününün ismidir. Eğer bir şey cismâniyse, cismanîlik bakımından metafiziğin kapsamına girmez ama gaybın kapsamına girebilir. (…) Gayb aynı zamanda henüz olmamışı da ifade ediyor. Yani muhtemel ve gelecekte olanı da ifade ediyor. Bizim için gayb olan henüz idrak edemediğimiz şey anlamındadır, fakat aklımızla değil, yine ‘duyularımızla’ idrak edemediklerimiz anlamındadır. “Ruhun veya nefsin gayba bakan kapısını açamayan kimse metafizikçi olamaz. Nasıl ki fizik ve matematiğin alanları hem tecrübî hem nazarî (teorik) ise metafiziğin alanı da hem tecrübî hem de nazarîdir. Bu durumda metafiziğin gaybî alanını tecrübe eden peygamberler, veliler ve hakîmlerde aksi alınamaz bir idrak ortaya çıkabilir.” (Ömer Türker’in “Metafizik ve Gayb” başlıklı yazısından)

İnsan üzerine

 

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘te (Kasım 2022/ Sayı 6) İnsan konusunda bir açık oturum, sütunlar (yazılar), eleştiri, kitabiyât, ‘alıntı ve çeviri’ bölümleri var. Onlardan alıntılar aktarmaya çalışacağım.

“…doğal bir varlıktır; doğal olandan taşandır. …beşerdir; varlığı temaşa edebilen göz bebeğidir. …Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki halifesidir; çok zalimdir. …eşref-i mahlukâttır; sınırsızca düştükçe düşebilendir. …her şeyi bilmeyi uman ve bunu kendine yakıştırandır; kendisine meçhul kalandır. …unutmamak üzere kaydedebilendir; unutabilmek için kaydedendir. …haddi aşandır; takvayı umandır. …savaşandır; barışın umududur. ..bunların hepsidir; bunların hiçbirisidir.” ( ‘İnsan İnsan Derler’ başlığı altından)

İ. Fazlıoğlu: (…) İnsanı hangi açıdan konuşacağız; fert, tür, toplumsal varlık, politik varlık, anlam-değer varlığı ya da trans-hümanizm, post-hümanizm açısından; meta-hümanizm, yapay zekâ, yapay üreme, yeni insan anlayışları açısından. Bir cihet belirlememiz gerekiyor.

Ö. Türker: Aslında tüm cihetleri birleştiren üst cihet, asıl itibarıyla insan olmanın ne olduğu sorusunda ortaya çıkıyor. Sanki oradan başlasak makul olur hocam.

İ.Fazlıoğlu: Öyleyse şöyle bir vecizeyle başlayalım mı?: ‘İnsan bir şatahattır çünkü maddeden taşar. Madde lafzı bir bütün olarak insanı taşımaz.’; buradan başlayabiliriz.

Ö. Türker: Güzel… Esas mesele o…

İ.Fazlıoğlu: (…) Ayhan hocam sen buradan bir giriş yapsan bize.

A. Ayhan Çitil: Bu sorunun bir başka soruluş biçimi de ‘Niye insan diye bir varlık var?’ Canlılar var, cansız mevcudât âlemi var. Niye insan diye de bir şey var? Bu sorunun cevabı şuraya çıkıyor: İnsan öyle bir varlık ki, ‘Niye ben varım?’ ya da ‘Niye insan var? ‘ gibi bir soruyu sorabiliyor. ‘Ben niye varım?’ sorusunu sorabilen bir varlık var bu âlemde.

İ.Fazlıoğlu: Zaten tam da bu soru insanı taşırıyor maddeden.

A.A.Çitil: Evet, insan eğer maddenin sınırları içerisinde anlaşılabilir, çözümlenebilir, indirgenebilir bir varlık olsa zaten maddeyle beraber akar ve hiç böylesi şeyleri dert etmez, bir şekilde yoluna devam eder. (…) Özellikle insan kendini bilimlerin konusu olarak da anlıyor. Yine insan bilimleri üzerinden anlaşılabilecek, açıklanabilecek bir varlıktır diyenler de var.

İ.Fazlıoğlu: Zaten taşmayan bir tarafı var; en azından o tarafı bilimler üzerinden idrâk edebiliriz.

A.A.Çitil: Belki taşan tarafını da zamanla bilimler üzerinden halledebiliriz diyen bir yaklaşım da var. (…)

İ.Fazlıoğlu: ‘Küçük Tanrı’ olarak var.

A.A. Çitil: Evet. İnsanlar oluşturdukları küçük egemen heyetlerle ellerini kaldırdıklarında bütün mevcudâtla ilgili karar verebileceklerini vehmederek yaşıyorlar. (…) Üçüncü bir çizgi daha var, o da psikanalitik geleneklerden sonra ortaya çıktı. Bu anlayışa göre insan bilinçdışının oyuncağı gibi bir şey; (…) Hem yapan, eden-eyleyen, her türlü kararı varlıkla ilgili alabilen, kendisini ‘tanrı’ gibi düşünen/vehmeden bir varlık var. Aynı zamanda kendisini bir nesneymiş gibi düşünen, indirgemeye çalışan bir varlık var. (…) Hepsini bir arada düşünüyoruz. Tüm bu söz ettiğimiz yaklaşımların hâkim olduğu bir dünyada Müslümanlar var olmağa çalışırken çok sıkıntı çekiyorlar. (…)