“Yeni Dünya Eskisini Kaça Kaç Mağlup Eder?”

 

İsmet Özel’in alıntıladığım bu başlık altındaki yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar teşkil edecek bu yazıyı.

“Yeni Dünya sözü işitildi mi akla hemen kuzeyi ve güneyiyle Amerika kıtası gelir. Oysa cografya kitaplarında Büyük Keşifler nâmıyla anılan hâdiseler sonrası medenî Avrupa’nın yeni öğrendiği bütün yerler hesâba katıldığında 15 ülkeden oluşan Okyanusya da yani büyük Avustralya adası ve Yeni Zelanda da yeni dünyanın içindedir. (…) Bir Britanya dominyonunun bağımsızlık kazanması dünyayı yeni bir düzenle tanıştırdı. Yeni düzende Yönetici zümrenin fiilen aristokratik bir yüzü ve dolayısıyla aristokratların odalarında dinledikleri müzik, “oda müziği” yoktu. (…) Fransa’da ihtilâl öncesi döneme “ancien regime” denilirken, dünyada ABD ve Kanada dışında kalan kısmı “eski dünya” tâbiriyle anmak tabiî karşılandı.

İçin içinde iş var. Bize ilk bakışta mesele imiş gibi görünen şey gerçekte kapitalizmin geçirdiği safhalardan ibarettir. Önce müstemlekeciliğin dünya hâkimiyeti hususunda bâriz bir hamlenin sebebi olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Lenin’in, emperyalizmi kapitalizmin son aşaması olarak tarif etmesi hatâlıdır. Sermayenin ücretli emeği kullanarak bir maddî güç şekline evrilmesi işin aslıdır. (…) Bu furya Avrupalı toplumların refahıyla sonuçlanmadı. (…) Kendisi bir Britanya kolonisi olan ABD’nin müstemlekesi yoktu. (…) Müstemlekeciliğe karşı çıkma fikrine yaslanarak serbest ticaret yaftası altında müteessir bıraktığı bütün dünyayı haraca kesti. ABD kısa zamanda sermâyenin terâkümü ve temerküzü bakımından Avrupa’yı geride bıraktı.

Modern kültürün bizi nereye sürüklediğine vâkıf olmak istiyorsak gözümüzü sermaye sahiplerinin mecbûriyetlerine çevirmemiz lâzım. (…)

CÂMÎ VE TASAVVUF

 

Prof. Dr. HAMİD ALGAR’ın NAKŞİBENDÎLİK isimli Kitabının (insan yayınları genişletilmiş 3. Baskı (dijital) , 2012) birkaç yerinden alıntılar…

“Hulefâ-i Râşidîn dörtlü yapısının açık bir taklidi olarak Hemedânî dört halef tayin etmiştir. Bunlardan ikisi önem arzeder; Yeseviyye’ye ismini veren Ahmed Yesevî (v.562/1167) ve Nakşibendiyye silsilesindeki ikinci halka olan Hâce Abdulhâlık Gucduvânî. Nakşibendiyye silsilesi yoğun bir şekilde halkı Farsça konuşan ve İslâm kültürünü tamâmen benimsemiş bölgelerde büyürken; Yesevî halkasının ya sathî ya da hiçbir şekilde İslâmîleşmemiş Orta Asya’daki Türk halklarına yönelerek Nakşibendiyye’den kendisini ayırdığı söylenmektedir.

Alenî tartışmalarında Câmî, İbn Arabî’nin “Firavun’un bir mü’min olarak öldüğü” görüşünü savundu. Ayrıca, Kübrevî şeyhi Alâüddevle Simnânî (v.1336)’nin İbn Arabî’nin bazı öğretilerine yönelik eleştirilerini yanlış anlamalar olduğu gerekçesiyle reddetti (Bâharzî, s. 90,96,103).

Câmî’nin Nakşibendîliğe bağlılığı, iki kuşaktan Bahâeddîn Nakşibend silsilesine bağlanmış olan Sâdeddîn Kaşgarî (v.1456)’ye intisâb etmesiyle ortaya çıktı. Semerkand’ta ilim tahsil etmek üzere Herat’taki tutkulu bağlılıktan ayrılmış olmak Câmî’ye çok ağır geliyordu ve bir gece, bu ayrılığın acılarıyla baş başayken, rüyasında, Allah’tan başka herkesin dostluğundan vazgeçmenin mümkün olduğunu ve bundan dolayı yalnızca O’na teveccüh etmesini söyleyen Kâşgarî’yi gördü. Bunun üzerine alelacele Herat’a dönerek kayıtsız şartsız bir şekilde kendisini Kâşgarî’nin yoluna adadı. Bu, Kâşgarî’nin de uzun zamandır arzu ettiği bir şeydi. Kaşgarî, Herat’taki Cuma Mescidi’nde her namazdan önce ve sonra müridlerine ders verirmiş ve ne zaman Câmî yanlarından geçerse şöyle dermiş: “O çok kâbiliyetli bir gençtir; beni kendisine hayran bıraktı, fakat onu nasıl yakalayacağımı bilemiyorum.” Câmî’nin dönüşünden sonra ise memnûniyetini şöyle dile getirdiği anlatılır: “Sonunda doğan tuzağa düştü, Allah bu gençle tekrar buluşmayı nasib etti.” Bu iki şahsiyet arasındaki muhabbet, Câmî’nin, bir süre sonra Kaşgarî’nin torunlarından birisiyle evlenmesiyle daha da pekişmiştir.

Erken Dönem Nakşibendî Geleneğinde İbn Arabî’nin Yansımaları

 

Ibn Arabi’nin hemen hemen evrensel bir yayılıma sahip olan öğreti ve kavramlarından etkilenmeyişi bakımından Nakşibendî tarîkatının istznâî bir durum teşkil ettiği çoğu zaman kabul edilen bir şeydir. Bu değil, yanlış anlayışın temelide yalnız konuyla ilgili metinleri tanımama değil,aynı zamanda bem Nakşibendî tarikatının değişmez mahiyetini, hem de Şeyhü’l,-Ekber’in eşsiz dehasını anlayamama yatmaktadır. İtidal üzerindeki meşhur ısrarı, şeriata olan bağlılığı. ve ulemâ arasında her zaman edinmiş olduğu yaygınlık dolayısıyla Nakşibendiyye’nin teosofik spekülasyonların amansız bir düşmanı ve hakiki mistik içerikten yoksun bir tür mistisizm olduğu düşünülmştür. Batı dillerinde konuyla ılgili açıklayıcı mahiyette çok sayıda önemli çalışma ortaya çıkmış olmasına. rağmen; İbnArabî hâlâ çoğu kez hemen hemen sapkın,ahlâkî ve hukukî kayıtlardan âzade. bİr sistemin savunucusu olarak kabul edilir. Nakşibendiyye ile İbn Arabî arasında var olduğu düşünülen bu hayâl ürüňü karşıtlık, belki de daha genel bir anlamda tüm İslâm tarihi boyunca tasavvuf ile çeriatın tamamen zıt kutupları temsil ettiğini ısrarla savunan görüşten kaynaklanmıştır.

Nakşibendî geleneğinin eksen şahsiyetlerinden bİri olan Müceddid Şeyh Ahmed Sirhindî’nin (v.1034/1624), İbn Arabî tarafından ortaya konulan belirli bazı düşünceleri münakaşa ettiği de göz önünde. bulundurulmalıdır.Ancak bunu bir tür tereddütle yapmış ve büyük üstada duyduğu yüksel saygıyı önemle belirtme konusunda elinden geleni esirgememiştr. Onun yönelttiği eleştirler, lbn Arabî’nin tam snlamıyla öfkeli ve amnsız düşmanı İbn Teymiyye (v.728/1328/ tarafından yapılanlardan mahiyet bakımından farklı olmuştur.

..





“ÖZÜN GEÇMİŞİ VAR MIDIR? (I)

 

Eğer bir kimse hâl tercümesini bizzat kendisi yazmışsa bu yazılana Avrupa dillerinde ‘otobiyografi’ deniyor. Öz Türkçecilik cereyanı kelimeye ‘özgeçmiş’ karşılığı getirmiş. Doğru mu yapmış? Hayır, insanın bir özü olduğu yanılgısına kapıldığı için yanlış yapmış. Bütün diğer yaratılmışların bir özü olduğu halde insanın niçin bir özü yok? Bu suâlin cevabında bir hikâye yatıyor. (Masal demek bana daha mı çok yaraşırdı?) Bir insan hikâyesini kendi imal edebilir mi? Giderek uydurabilir mi? Evet. İkisini de birlikte yapabilir; yani hikâyesinin bir kısmını ödünç alıp diğer kısmını imal edebilir mi? Bu sualin de cevabı evet. Kısacası insan varlığı insan ömrü içinde üretilmiş, imal edilmiş bir şeydir. İnsan elinden çıkma oluşu insan varlığını her bakımdan değişime müsait duruma getirmiştir.

Kulağımıza çarpan sesin kalbimizde uyandırdığının önüne geçmesine fırsat vermemeliyiz. Andre Gide’in dediği gibi ahlâk estetiğin bir şubesidir. Aslâ tersi değil.

Kur’an Meali’ndeki Çeviri

 

Bakara 34-37

“Hani bizler meleklere “Âdem’e secde edin!” demiştik, hepsi secde ettiler. Yalnız İblis geri çekildi ve kibrine yedirmedi ki zâten kâfirlerden idi. Bizler “Ey Âdem! Zevcenle beraber cennette oturun, hem dilediğiniz yerinde dolaşarak nimetlerinden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşıp da nefsine zulmedenlerden olmayın” dedik. Bunun üzerine şeytan oradan ayaklarını kaydırdı, bulundukları naz u naîm içinden her ikisini çıkardı. Biz de “Bir takımınız, bir takımınıza hasım olarak inin ki yeryüzünde sizlere bir zaman için yerleşip hayatın sebeblerinden nasib almak mukadderdir” diye emrettik. Âdem mabudundan kelimeler telakki ederek onlarla yalvardı, O da kendisini affetti. Şüphe yok ki bütün suçları bağışlayan, mahlûkâtına rahîm olan ancak O’dur.

Bakara 177

“Yüzlerinizi maşrıka, yahut mağribe dönmeniz taat değil. Taat o kimselerin hali ki; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere inanır. Sevdiği malını hısımlarına, öksüzlere, biçarelere, yolda kalmışlara, isteyenlere, bir de esir olanlara verir. Namazı kılar, zekâtı öder, sonra ahde girişince ahdini yerine getirenler, hele sıkıntılı, hastalıklı sıralarında ve harp zamanlarında sabredenler, metin olup metanet gösterenler yok mu, işte taatlerinde sadık olanlar bunlardır; işte Allah’tan korkanlar bunlardır.”

Bakara 255

“Öyle Allah’tır ki O’ndan başka ilah yoktur. Bâkîdir, her an bütün hilkat üzerinde hâkim ve kâimdir. Ne uyuklar, ne uyur. Göklerde, yerde ne varsa hepsi O’nundur. Kim tasavvur edilebilir ki kalksın da O’nun izni olmaksızın ilâhı nezdinde şefaat edebilsin?! Mahlûkâtının işlediklerini, işleyeceklerini bilir; mahlûkâtı ise ilâhî ilminden yalnız O’nun dilediğini kavrayabilir, başka bir şey bilemez. İlmi bütün gökleri, yeri kucaklar ve bunların nigehbanlığı (gözeticiliği) kendisine ağır gelmez. Yuksek, büyük ancak O’nun Zât-ı kibriyâsıdır.”

Âl-i İmran 18

“Allah şahid, melekler şahid, ilim sâhipleri şâhid ki O’ndan başka Allah yoktur. Azîzdir, hakîmdir.

Maide 66

“Şayet onlar Tevrat ile İncil’in ve Allah tarafından kendilerine daha neler indirilmişse hepsinin ahkâmını yerine getirseydiler, üzerindeki hava ile ayaklarının altındaki topraktan nimete müstağrak (batmış) olurlardı; içlerinden itidaline sahip ümmet var, lâkin çoğu ne kötü işler işliyor!”

Elinizdeki neşrin Mehmed Âkif Ersoy’un Kur’ân’ı tercüme yöntemi konusunda çeşitli ilmî araştırmalara ve daha önceki çevirileriyle mukayeseye vesile olacağını umuyoruz. Böylesi kapsamlı çalışmalardan önce, birkaç madde halinde, çalışmalar esnâsında dikkatimizi çeken birkaç üslup özelliği ve tekniğine işaret etmek isteriz: 1.Âkif Bey’in Kur’an Meâli’nde, daha önce yaptığı çevirilere nazaran bâriz bir dilde sâdeleşme eğilimi görülmektedir. (Bu konuda Elmalılı HamdiYazır’la aralarında geçen cezâlet-sadelik konusundaki diyaloğa daha önce atıf yapmıştık.)

2. Meal’de (-dır) ekinin kullanımı asgarî ölçülere indirilmiş, çok gerekli olmadığı yerlerde kullanılmamıştır. (Msl: “… Şüphe yok ki Rabbin ikabı çok serî’, yine şüphe yok ki gufranı hadsiz, rahmeti pâyânsız.” (En’am:165) 3. Âkif Bey önemli Kur’ânî terimlerden olan takva-müttakî kelimelerini birçok yerde “saygı-saygılı” şeklinde tercüme etmiştir. (Msl: “Sonra, Allah’ın o saygılı kullarına yol gösterir…” (Bakara: 2); “Sizleri ve sizlerden önce gelenleri yaratan mabudunuza kulluk edin ki Allah’ın saygılı kulları arasına girebilesiniz. (Bakara:21) 4. Âkif Bey, Bakara’nın 2. âyetindeki “Şu Kitabı görüyor musun? İşte bir kere onun hak olduğunda şüphe yok…” örneğinde olduğu gibi, kelime kelime ve donuk bir dille çeviri yapmak yerine, Kur’ânı canlı ve insanın hayatına doğrudan hitap edecek bir dil alışkanlığıyla tercüme etmeye çalışmıştır. 5. Türkçe’nin imkânlarını ve zenginliğini tercümede mümkün mertebe kullanmış, diğer meallerde pek alışkın olmadığımız ifade biçimleri, ‘herif’ ve ‘ayol’ gibi gündelik dile ait kelimeler kullanmıştır. (Msl: “İbrahim ‘Allah güneşi maşrıktan getiriyor, haydi sen de onu mağripten getir!’ der demez o iman etmeyen herif donakaldı.” (Bakara: 258);