Orhan Okay’ın kaleminden rahmetli Nurettin Topçu’ya ithaf edilen bir yazıdan birkaç alıntı

 

Prof. Dr. Ayhan Yücel “Orhan Okay Kitabı”nda (dergâh yayınları) “Orhan’ı, beni, sizi, hepimizi ilgilendiren ve içinde Orhan’ı ve bizi anlatan bu gerçeği, gelin yine Orhan’ın kaleminden rahmetli Nurettin Topçu’ya ithaf edilen bir yazıda bulup okuyalım:

“Nesillerimiz birbuçuk asırdan beri bitmez tükenmez ideoloji kavgaları içinden geçiyor. Tanzimatla beraber her Doğu-Batı mücadelesi şeklinde başlayan bu kavga günümüze kadar dallanıp budaklanarak milletimizi uzlaşmaz cephelere ayırmıştır. Solcu, sağcı, milliyetçi, hümanist, ilerici, gerici, ruhçu, maddeci, liberalist, sosyalist, komünist, ırkçı, Turancı, kemalist… Üstelik bütün bunların kendi içlerinde bölündükleri siyasî ve ideolojik tarikatlar, çok defa bir kavram kargaşalığıyla, genç nesilleri de bunaltmış, bocalatmış veya şuursuzca bunlardan birine yahut ötekine sürüklemiştir.

Benim çocukluk ve gençliğim de bu kavgalar içinde geçti. İdeal sandığımız bir sürü ideoloji karşımıza çıktı. Her birinin lâ-yuhtî ve lâ-yüs’el bir putu, her birinin değişmez ve tenkit edilmez ilmihâli,”hepsinin emr ü nehyi, saltanatı” vardı. İnsanda heyecanın hemen dâima mantığa hâkim olduğu o çağda tereddütsüz bir tek sisteme bağlanmak mümkün mü? Evvelâ iki insan tipi, iki büyük değer sistemi teklifi ile karşı karşıyasınız:Biri büyük kitleleri arkasından sürükleyen devlet adamları, kahramanlar, ihtilâlciler ve onların kurdukları sosyal doktrinler; diğeri de insanlığın iç dünyasını yoğuran peygamberler, veliler, filozoflar, san’atkârlar ve temsil ettikleri fikir sistemleri. Bunların hangileri daha çok beşeriyetin hizmetinde olmuştur? Hangileri insan dediğimiz o karmaşık yaratıktan bekleneni vermiştir? Medeniyet hangilerine minnettar olmuştur? Hangileri gözyaşlarına bir şifa kaynağı olabilmiştir? Türkiye’de tek parti devrinin maddî ve manevî her türlüğü yokluğu içinde, ben bu sorulara cevap aramak için karşıma çıkan her türlü yazıyı, bir seçime tâbi tutmadan okuyordum. Öyle kitaplar ve yazılar vardır ki insan hayatının her safhasında bir mürşit gibidirler; yol gösterir veya yeni bir istikâmet verirler.İnsan ruhunu uzun bir zaman süresi içinde besleyen yetiştiren kitapların yanısıra bir anda sarsıveren bir-iki mısra, birkaç satır yazı da vardır. 1946 yılında elime geçen eski bir mecmuanın içindeki bu yazıyı -birçok makale gibi- fazla bir ilgi göstermeden okumaya başlamış, fakat okudukça yazıdaki rûhun benliğimi sardığını hissetmiştim. “Vatandaş Ahlâkı” adını taşıyan ve benzerleri çok bulunabilecek bu başlığın altında o zamana kadar rastlamadığım bir üslûp, bir i’câz, bir ibdâ karşısında idim. “Fertten doğup nâmitenâhiye doğru yol alan hareketin aile, cemiyet ve insâniyet yollarından geçtiğini hareket felsefesi kabul ediyordu. Yani içtimâî nizâma âit hareketler fediyetimizle Allah arasında bir köprü oluyordu. Aile, millet ve medeniyet, nâmütenâhîlik ve evrensellik eğilimini kendinde yaşatan ferdî hareketin eseri idiler.” cümleleriyle başlayan bu yazı bir süredir kafamı bunaltan ve nâdiren etrafımdakilerle münakaşasını yaptığım sorulara cevap veriyor gibiydi… Bu satırlar hakikatte o günkü gençliğin olduğu kadar bugünkünün de birçok kıymet hükümlerini sarsacak bir üslûpta idi…

Prof. Dr. Mehmet Kaplan’dan Orhan Okay’a bir mektup’tan…

 

Sevgili Orhan,

Senden bir mektup, haber veya selâm almak güzel bir şey, seni bizzat görmek ve konuşmak daha da güzel. Seninle uzun yıllar konuşmamız gereken bazı meseleler varmış gibi geliyor bana. Fakat hep gurbetteyiz. Ben de burada kendimi dâimî bir gurbette hissediyorum. Halbuki Erzurum’da Sivrihisar’a, çocukluğuma doğmuş gibi olmuştum. Senin orada, çevrene ve talebelerine çok faydalı olduğuna ve tesir ettiğine kaniim. Evvelki gün, eve, Dergâhçı, hikâyeci Mustafa ile bir taleben geldi. Erzurum’da TRT’ci imiş. Senden tez yapmış. Pek efendi bir genç. Doğuş dergisi hakkında bir haber getirdi. Dergi bugün elime geçti. Şekl ü şemâilini beğendim. Yazacağım. Sen de Yazı gönder. Kafandaki mevzuları küçük kısımlara ayır. Her kısmı ayrı ayrı incele. Sonra onları birleştirirsin. Erzurum’un dar çevresini ancak talebe yetiştirmek ve yazı yazmakla aşabilirsin. İlim adamları bir kültürün ancak beş yüz senede teşekkül edebileceğini söylüyorlar. Erzurum’da eski, kuvvetli bir kültür tabakası yok. Şimdi de maalesef sağlam bir temele sahip değil. Sağlam bir kültürün devamı, gelişmesi için din, ilim ve sanatın köklü olması gerekir. Bugün bütün Türkiye bu köklerden mahrum. Yine de ne kadar yapabilirsen o kadar faydalıdır. Niyazi bey boş bir insandı. Kaya’dan ümidim vardı. O da artık yıkılmış bir insan manzarası arzediyor. Senin kültür ve şahsiyetinle müessir olduğuna inanıyorum. Benim sıhhatim çok şükür iyi. Tabii yaslandı. İki yıl sonra emekli oluyorum. Ara sıra yaşlılık ve boşluk hissine düşüyorum. Fakat yine hergün zevkle okuyor ve yazıyorum. (…) Ben günahkâr adamım. Akşam tiyatro yazarı Turan Oflazoğlu ile beraberdik. Boğaziçi Köprüsü’ne bakan bir küçük meyhanede sohbet ettik, içtik. Dönüşte, gece yarısı mektubuna cevap verdim. Yazım kötü ya, daha eğri büğrü olmuş, bilmem yukarki satırları okuyabildin mi? Alain: “düzeltme, devam et” der. Ben de öyle yapıyorum. Şimdi sabaha yakın. Biraz daha sohbet edelim. Yeri gelmişken söyleyeyim: Turan Oflazoğlu’nu kürsüce çok sevdik. Akşam İnci ile Zeynep de vardı. Büyük bir yazar ve çok iyi bir insan. Derin ve gösterişsiz bir Anadolu çocuğu. Seni okuldan tanıyor ve seviyor. O da senin gibi Nurettin Topçu’nun talebesi imiş. Piyeslerini tekrar tekrar okudum. (…) Galiba yazım şimdi biraz düzeldi. Sabah taleben gelecek, mektubu ona vereceğim. Acelem ondan. Hazır seni bulmuşken biraz daha konuşalım. (…) Üniversite deyince hep Nurettin Bey’i hatırlarım. Üniversiteye girebilseydi ve Paris’teki hürriyeti bulabilseydi Türkiye değişirdi belki diyorum. Bence üniversite bir teşkilat olmaktan ziyade bir zihniyet ve şahsiyet olmalı. (…) Benim üstâdım Alain de üniversite profesörü olmamış. Yirmiden fazla büyük yazar talebesi var. Kierkegaard haklı: Teşkilat kabuk, ruhu boğuyor. Ama teşkilatın da alayhindeyim. Türkiye’de teşkilat yok, anarşi var. Hiçbir kanun tam olarak uygulanmamıştır. Herkes kanunu, tüzüğü kendine göre bozmuştur. Sen de aynı şeyi söylüyorsun. “Kuralların kontrolsüz, mes’uliyetsiz; karar ve davranışları da bundan farklı mı idi?” diye. Ben teşkilata değil, şahsiyete inanıyorum. Kendi köşende kendi kendin olarak kalarak da sana benzer beş on öğrenci yetiştirebilirsin. Bence bu teselli bulmak için kâfidir. Aklı herkes böyle yapsa Türkiye binlerce iyi insan kazanır. Yeni kanun herkesi bir yere savuracak. Sen inşallah İstanbul’a, bizim kürsüye düşersin. Faruk Akün Van’a falan gider. Benim kendi hesabıma bir endişem yok. Nereye gitsem orada kendimle, kitaplarımla beraberim. Zâten şurada kaç gün kaldı! Standard programa gidilemez. Biz bir ders cetveli yaptık. Ama her yerde uygulanamaz. Fuad İstanbul’da olduğu halde hiç yüzünü göremiyoruz. Bari senden haber alalım. Cüneyt ne âlemde? Mübeccel H. hocalığa devam ediyor mu? (…) Benden oradaki dostlara selam söyle. Mübeccel Hanıma çok selamlar. Hepinize Tanrı’dan sıhhat ve âfiyet dilerim. Elin değdikçe yaz, sohbetine ihtiyacım var. . M. Kaplan

‘Orhan Okay Kitabı’ndan alıntılar

 

Ezel Erverdi’nin hazırladığı, Dergâh Yayınları’nın 168. Kitabından (1. Baskısı Haziran 1997, 2. Baskısı Nisan 2011) , Sunuş da dâhil olmak üzere yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İnsanları biraraya getiren sebepler vardır: İdeal, fikir veya menfaat birliği, özel bir kişi, parti, cemaat veya örgüt, ticaret, seyahat, okul, askerlik v.b. Nurettin Topçu ile Mehmet Kaplan bizlerin hayatında önemli bir yere sahiptir. Onlar birçok tanışmaya, arkadaşlığa sebep oldu. Orhan Okay Vefa Lisesi’nden Nurettin Topçu’nun öğrencisi. Keza Behice Kaplan’ın ve sonra Mehmet Kaplan’ın. Ben de İstanbul Lisesi’nde Nurettin Topçu’nun öğrencisiydim. Mehmet Kaplan’ı 1961’de Milliyetçiler Derneği’nin seminerlerini tertip ederken tanıdım. Orhan Ağabey bu derneğin kurucularındandı. 1965’ten sonra Kaplan beyle yaş sınırlarını aşan bir ahbaplık ve dostluk kurduk. Değişik planlarımıza rağmen Hareket Yayınları’nın ilk kitabı Nesillerin Ruhu, Dergâh kYayınları’nın ilk kitabı Şiir Tahlilleri I oldu. Mukadderat, kader diyebileceğimiz gibi, tesadüf diyenimiz de olabilir. Orhan Okay’la 1963’te, kendisi Fransa’ya gitme hazırlıkları içindeyken Nurettin Bey’in isteğiyle Erzurum’da tanıştım. Fransa dönüşünden (1965) bugünlere uzanan bir “yolculuk”. Hareket dergisini 1966’da yayınlamaya başladığımızda, yazı yazması için çok çabaladım. İlk yazısı Mehmet Kaplan’ın Nesillerin Ruhu kitabını tanıtan bir yazıydı. Daha sonra da birkaç yazıda S.F. Kâhyaoğlu imzasını kullandı. Yazı yazmaktan çekinir gibiydiler. Hareket‘e çok seyrek yazı vermesine rağmen Erzurum’da abone kaydetmek ve derginin temsilciliğini yapmaktaki gayretlerini şükran ve minnetle belirtmek isterim. Doktora tezini (Beşir Fuad) 1969’da Hareket Yayınları arasında yayınladık. Dergâh Yayınları’nın sekiz ciltlik Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nde; Abdullah Cevdet, Ahmet Haşim, Ahmet Mithad Efendi, Beşir Fuad, Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Hamdi Tanpınar maddelerini yazdılar. 1989’da makalelerini derlerken, Sanat ve Edebiyat Yazıları ismiyle 1990’da yayınladığımız kitap için de epey dil döktüğümü hatırlıyorum. Bunlar arasında Hüseyin Ayan’la beraber hazırladığı Hüsn ü Aşk’ı da zikretmem gerek. 1990’lardan sonra Ülke Yayınları ders kitabı yayınına başlamıştı. Lise Edebiyat Ders kitaplarını Orhan Okay’ın kaptanlığında Cemal Kurnaz, Yavuz Akpınar, Alaattin Karaca ile yayınladık. Kendisiyle son yıllarda daha geniş bir yayın (bütün eserleri) faaliyeti içindeyiz.

“Ben Balatlıyım.” Bu kitap için yazdığı hayat hikâyesine Orhan Ağabey bu cümle ile başladı. Balat, Osmanlı ekalliyetlerini birarada barındıran bir semt. Yahudi, Rum ve Ermeniler. “Onların hepsi Osmanlı idi. Yerli İstanbullular ve çok değişik yerlerden gelen Anadolulular da vardı. Ama İstanbul onların hepsini eritiyordu. (…) Paris’e ilk gittiklerinde Türkiye’den göçen bir Ermeni hanımın yerinde kaldılar. (…) Balat, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da farklı kültürleri barındıran bir semttir. Orhan Okay bu semtte doğar, buyur. Babası Salih bey polis memurudur. Kitaplara ilgisi vardır. Orhan Ağabey yaşıtlarından çok önce okuyup yazmağa başlar. Ortaokul ve Lise yıllarında edebiyata ilgi duyar. Lisede aruza hâkimdir. Çocukluğunda yazı denemeleri yapar. “… Hasılı o çocukluk yazılarım, şüphesiz çocukça yazılarım, benim anılarımda buharlaşıp kayboldu. Son Telgraf‘taki çocukça yazılardan sonra bu yazımın adı daha ‘delikanlıca’ oldu: İfadenin Masûniyeti… Makale yahut deneme diyebileceğim bu yazı Türk Sanatı dergisinin 1 Nisan 1953 tarihli 7. sayısında yayımlandı. Bu yazıdan sonra fakültenin son sınıfında daha sürekli olarak, Faruk Kadri Timurtaş’ın Paris’e gitmesiyle boşalan köşeyi dolduracak yazıları yazar. 1954 Mayıs’ından itibaren (küçük) İstanbul dergisinde “Dergiler-Yayınlar-Olaylar” başlığı ile her ay, hemen hemen bir yıl boyunca yazar. Bu köşe O. Okay’dan sonra Turan Alptekin tarafından doldurulacaktır. Orhan Okay, “Hayatımın çizgisi Behice Hanım’la, Mehmet Kaplan’la tanışmamızla başladı. Yani her iki hocamın da, Nurettin Topçu’nun da hep özel öğrencisi, tabiî yaşımız yakışmaz böyle bir şey söylemeğe ama dostu olduk, dostluklarımız bütün hayatları boyunca devam etti. Kendilerine büyük minnet duygularım vardır. Yetişmemde büyük rolleri olmuştur” diyor. Lise sonrası tercihinde edebiyatla felsefe arasında kalır. Felsefeye başlar, edebiyata döner. Zira öğretmenlik yapabilme problemi vardır. “Felsefeye heves etmemde Nurettin Bey’in etkisi çok büyüktür. (…) Felsefe çok zengin ve derin bir alandır… Felsefeden ayrıldıktan sonra içimde ona karşı bir heves devamlı kaldı. Gönlümde felsefeye dair hâlâ önemli bir yer vardır. Yani felsefe benim için kazanılmış bir bilgiden ziyade, bir özentidir” der. Orhan Okay’a göre doktora konusu Beşir Fuad, edebiyattan ziyade felsefeye yakındır. Beşir Fuad bir Osmanlı pozitivist ve natüralistidir, edebiyata da düşmandır. Nurettin Topçu’yu daha idealist bulur. “Daha kırıcı tarafları vardı. Yani kendisine yapılan hataları değil, ideale yapılan hatayı affetmediği olurdu”. Vefa Lisesi’nde birçok önemli öğretmeni vardır. Tesiri altında kaldıkları, Behice Kaplan ve Nurettin Topçu’dur. N. Topçu Sorbonne’da felsefe doktorası yapmış, doçentlik ünvanını almış ama üniversitede değil lisede hocadır. Bu durumdan O. Okay “Harikulâde bir şans” diye bahseder. N. Topçu gerçekten bir felsefecidir. Kendisi üniversitede değildi, felsefe hocası olarak kaldı. Üniversitedeki hocalar felsefe hakkında bilgisi olan insanlardır ve Felsefeci değildirler. Oysa N. Topçu bir felsefe ortaya koyan insandır… Doktora tezi İsyan Ahlâkı adıyla çıkmıştır. Gerçek bir felsefe metnidir.” (…)

Orhan Okay’ın lstanbul’daki muhitine 1960’ta girdim. Orada Rahmi Eray’ın tesiri ve Nurettin Topçu’nun manevî liderliği hâkimdi. (…) Hoca’nın şüphesiz idealistliğinden gelen şahsî iğbirarla (kırılma-gücenme ile) ilgisi olmayan kırgınlıkları, dargınlıkları vardı. Tek tek “iyi” insan olan dernek mensupları bir yandan da hayata yenilmiş insanlardı. Rahmetli Nurettin bey, “Muallim, ruhları işleyen sanatkârdır; öğreten, irşad eden, yol gösteren, terbiye eden kısaca emin, mürebbi ve veli vasıflarına sâhip insandır. Devleti ve medeniyeti kuran, yapan da yıkan da muallimlerdir. (…) O Erzurum’u, Erzurumlu da onu sever . Otuz beş yılı bu şehirde ve o üniversite’de geçmiştir. İstanbul’a döndükten sonra da önce eşi, sonra da kendisi vefat etmişlerdir. Allah çocuklarına sağlık-âfiyet versin. âmîn.”

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-IV Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk Birkaç alıntı

 

Hazırlayanlar : Prof. Dr. Mustafa Tahralı Dr. Selçuk Eraydın M.Ü. İFAV Altıncı Baskı İstanbul – 2017

“Her şeyin ezelî istidâdı ne ise, bu rahmetin nüzûlünde îman ve hidâyet ve ni’met ve zevk ve râhat gibi tab’a mülâyim gelen; ve küfür ve dalâlet ve nıkmet (belâ) ve elem ve rahatsızlık gibi tab’a gayr-ı mülâyim gelen bir takım ahvâl o şeye vârid olur. Şu halde rahmet-i ilâhiyye, mahzâ vücûd verdiği için, mülâyim olsun, gayr-ı mülâyim olsun hepsine vâsi’ oldu.

Halkın isti’dâdına vâbestedir âsâr-ı feyz / Ebr-i nîsândan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.

İşte bunun gibi zât-ı ahadiyyette mahfî olan esmâya rahmet-i zâtiyye-i âmmenin şümûlü ale’s-seviyedir (seviye üzeredir). Mülk, 67/3 âyet-i kerîmesi mûcibince rahmet-i rahmâniyyenin her bir ism üzerine sereyânında (yayılmasında) tefâvüt (farklılık) yoktur. Tefâvüt ancak ilâhî isimlerin isti’dâdatındadır. Rahmet-i rahmâniyyenin feyezânında Hâdî isminin mazharı olan aynda hidâyet sûreti, ve Mudill isminin mazharı olan ayn’da dahi dalâlet sûreti zâhir olur.

FÎHİ MÂ FÎH’den alıntılar

 

“İnsanın üç hâli vardır: İlki budur ki, Hak etrâfında dolaşmaz. Kadın, erkek, mal ve hacer ve meder (taş ve kerpiç) her ne olursa olsun, cümleye ibadet ve hizmet eder; Hakk’a ibâdet etmez. Ondan sonra ona bir. ma’rifet ve ıttılâ’ hâsıl olunca Hakk’ın gayrisine hizmet etmez. Ve bu hâlden terakki ettikten sonra, sükût eden olup Hakk’a hizmet ediyorum veya etmiyorum demez; bu iki mertebeden dahi hârice çıkmış olur; ve bu tâifenin âlemde bir nişan ve âvâzesi zâhir olmaz. Cenâb-ı Hak ne zâhir ve ne de gâibdir. Her ikisini de yani huzûr ve gaybi yaratıcıdır. Bundan dolayı her ilkisinin gayri olur. Çünkü eğer hâzır olsa, gaybet olmamak gerekir. Gaybet vardır ve hâzır değildir; zîrâ huzûrun indinde gaybet vardır. Bundan dolayı o huzûr ve gaybet ile itelenmiş olmaz. Aksi halde zıddan zıd doğmak gerekir. Çünkü gaybet hâlinde huzûru, O’nun halk etmiş olması gerekir. Ve huzûr gaybetin zıddıdır. Dolayısıyla zıddın zıddan doğması câiz değildir; ve Hakk’ın kendi mislini yaratması câiz olmaz. Zîrâ “O’nun benzeri yoktur” derler. Eğer mislin misli yaratması mümkin olsa, tercîh-i bilâ-mürecceh gerekir. Oysa ikisi de yok edilendir.