Vahdet-i Vücûd

 

“Vahdet-i vücûd, varlığın birliği ilkesine dayanan ve tasavvuf içinde geliştirilmiş olan metafizik okullardan biridir. Kökleri ilk sûfilere kadar giden bu monistik metafizik okul, büyük ölçüde Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) ve onun en önemli izleyicisi olan Sadreddin Konevî (ö.673/1274) tarafından VII. (XIII.) yüzyılda sistemleştirilmiştir. Vücûdun (Varlığın) birliği, Tanrının vücûd ile özdeşliği ve âlemin ontolojik açıdan bağımsız gerçek bir varlığa sahip olmayıp Tanrının zâtının aynı olan vücûd ile kâim bir hayal kabul edilmesi tezinden hareket eden vahdet-i vücûd okulu, tanrı-âlem-insan ilişkilerini açıklayan bir din ve dünya görüşü inşa etmiştir. Vahdet-i vücûd okulunun mensupları sahip oldukları dünya görüşünü varlıksal tevhîd, kendilerini de “tevhid ehli, hakîkat ehli, vahdet ehli, keşf ve varlık ehli, ârifler, irfân ehli, evliyânın kâmilleri, muhakkikin” olarak adlandırırlar. Öte yandan muarızları ( karşı olanları) onları vücûdiyye ve ittihâdiyye ve varlığı mertebeli bir şekilde yorumladıkları için hazarât ashâbı diye adlandırır. Daha az sofistike muârızlar (karşı olanlar) ise onlara hulûliyye (sapık bir inanç türü) ismini verir.”

“Bu noktada Seyyidüttâife diye anılan Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/909) karşımıza çıkar. O, hem tevhid için bu nazarî dili kurma şerefinin hem de birçok bakımdan tasavvuf tarihinin ilklerinin sahibidir. (…)

Cüneyd’in açıklamaları dikkate alındığında tevhid, tasavvuftaki cem’ ve ittihad tecrübelerine işaret eder. Bu çerçevede tevhid ne bir inanç ne de bir ilmî disiplindir. (…)

Bu bağlamda Cüneyd ile irtibatlı olmakla beraber onunla ihtilafı da bilinen bir isim, Hüseyin b. Mansur el-Hallâc (ö.309/922) dikkat çeker. Hallâc’ın tasavvufî tavhid felsefesi vahdet-i vücûd sisteminin eşyanın hakikatlerinin mutlak hakikat olan Tanrı’nın zâtı olduğu iddiasının kaynağı olan bir monizmdir.Ayrıca Hallâc bütün âlemi ilahî bir dışavurum olarak görmekte ve âlemin mutlak manâda iyi, güzel ve mükemmel olduğunu düşünmektedir. (…) Hallâc’ın tasavvuf doktrini vahdet-i vücûdun en önemli unsurlarından biri olan insan-ı kâmil tasavvurunun da kaynaklarındandır. (…) Hakîm et-Tirmizî (ö. 320/932) vahdet-i vücûd sisteminin velayet anlayışında etkin bir kavram olan veliliğin hatmi iddiasını ilk defa dile getirerek bu hususta vahdet-i vücûd okulunun öncüsü olmuştur.”

“Onların müfâharesi (öğünmesi) Hak iledir; ve Hak alttan ve üstten müstağnîdir”

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin FîHİ MÂ FîH isimli eserinin (Tercüme : Ahmed Avni Konuk Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık 8. Baskı, istanbul, 2009) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Merhum Ahmed Avni Konuk’un (1868-1938), Farsça aslından yapmış olduğu bu tercüme eseri, günümüz okurlarına ulaştırmak istedik. Bu eser kütüphânelerde mevcut yedi-sekiz nüshanın karşılaştırılması sûretiyle hazırlanmış olması bakımından da ayrı bir özellik taşımaktadır. (…)

Neşre hazırladığımız FÎHİ MÂ FÎH adlı eserin yazma bir nüshası Konya Mevlânâ müzesi kütüphânesi 3895 numarada kayıtlıdır. Mukaddimesinin sonunda mütercimin imzâsı bulunmaktadır. (…)

Biz bu çalışmamızda Konya Mevlânâ müzesi 3895 numarada kayıtlı eserin yazma nüshasını esas aldık Diğer bir nüshası da İstanbul Belediye Kütüphanesi Osman Ergin Kitapları 24 numarada bulunmaktadır.

Bu güzel eserin, gönüllerimizin inbiği, kimliğimizin mühürü, uzun ve meşakkatli hayat yolumuzun rehberi olması dileğimizdir. (TAKDİM’den)

Dr. Selçuk Eraydın Erenköy 17 Aralık 1993

FÎHİ MÂ FÎH HAKKINDA

Bu eser, büyük mütefekkir, muhakkik, mürşid, tarîkat pîri Hz.Mevlânâ’nın sohbetinde bulunanlardan bazıları tarafından tutulan notların birleştirilip tasnif edilmesinden meydana gelmiştir.

Mevlânâ sûreti cemâd hükmnde mütâlaa eder ve sâdece sûreti gören kimsenin manâya yol bulamayacağını; sûret-bîn olan kimseerin hangi yaşta olurlarsa olsunlar, yolun çocukları mesâbesinde bulunduklarını söyler.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in, Bedir gazvesinden dönerken söylediği rivayet edilen : “Küçük cihâddan büyük cihâda döndük” hadîs-i şerîfini şu tarzda yorumlamıştır: “Sûretlerin cenginde idik, sûrî düşmanlar ile cenk ediyorduk. Şimdi iyi havâtırın, yani (fikir ve düşüncelerin) kötü havâtırı mağlup etmesi için havâtır askerleriyle cenk edelim.”

“Din Esaslı Âlem Anlayışından Dindışı Dünya Görüşüne” ve Fütûhât-ı Mekkiyye 18. Cildin Tavsiyelerinden alıntılar

 

Merhum Şaban Teoman Duralı’nın Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyeti (dergâh yayınları) kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar ile Fütûhât-ı Mekkiyye 18. Cildin Tavsiyeler Bölümünden birkaç alıntı oluşturacak bu yazıyı.

“Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile üslûbunu tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, onsekizinci yüzyıldan itibaren Batı Avrupadan çıkıp yeryüzünün dörtbir yanına yayılan milliyetçilik akımlarının İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir. Haddızâtında, Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahallî özelliklerini Hıristiyanlaştıktan sonra da sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 İhtilâlikebîrle Milliyetçilik, dağınık, yine de, kendini hep duyuran bir hâlden toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim ihtilâlikebîrin, millî toplumdan murad ettiği biçimbirliğine (Fr uniformite) eriştirilmiş, kuralı bozacak unsurlardan, istisnâlardan temizlenmiş toplumdur. Sonuçta, öncelikle Kavmî Milliyetçilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tekbiçimli (uniforme) toplum oluşturma ülküsünün takipçisidir. Toplumların kavmî ile mahallî özellikleriyse, Avrupa’nın kilisedışı dünyevî vechesi olarak temâyüz etmiştir. Daha İlkçağda Avrupa, bir yanda Roma’nın siyasî ile medenî hâkimiyetindeki Latin dünyası ile onun kuzeyinde sık, soğuk ormanlarda yaşayan germenlerin yurdu şeklinde cepheleşmiştir. Hıristiyanlığın kabulünden sonra,başta katolikliğin merkezi italya -vatikan- olmak üzre, Latin Güney batı Avrupa, kilisenin ilahî kudretini, inişli çıkışlı dahi olsa, aşağı yukarı Onaltıncı yüzyıl ortalarına değin kıtanın her tarafına duyurmuştur. Anılan yüzyılda, Kilisenin sarsılmaz diye kabul olunan dinî-uhrevî kudretine, başta Almanya olmak üzre öncelikle kuzey ülkelerinden gelen dünyevî yahut en azından yarı-dünyevî nitelikli meydan okumalar, hızla güç kazandırmışlardır. Böylelikle öteden beri az yahut çok hüküm süren Latin-Germen sürtüşmesi daha bir şiddetlenmiştir.

“Unuttuklarını hatırla!”

 

“Bir gün Sahaflar Çarşısı’ndan geçerken Esmâr-ı Esrar namında bir risale gözüme ilişti. Aldım, mütalâa ettim; bilumum turuk-ı aliyye pîrân -ı kiramının (tarikat şeyhlerinin) tarikat silsilesini gösterir bir irfan hazinesi idi. O dakikada kalbimde bu zümerat-ı kiramın teracim-i ahvaliyle meşgul olmak emeli husule geldi. (…) Tedkik yoluna koyuldum. Yirmi seneyi aşkın tetebbuatta bulundum. Birçok şehirler gezdim. Tahkikatta, tedkikatta niceler elde ettim. bu eser vücuda geldi. hüsnüniyetle çalıştım. noksanı çoktur, ihtimal ki hataları da o nisbettedir. ”

Hüseyin Vassaf Efendi merhumun (öl. 1929) yazdığı büyük eserler arasıda mutasavvıfların hal tercümeleri ve tarikatlar tarihine tahsis ettiği 5 ciltlik hacimli eser mühm bir yer tutuyor. Özellikle son asır Türk sufileri ve dervişleri ile tarikatlar ve tekkeler açısından çok önemli bir kaynak olan bu muhalled (dâimi) eserin adını müellif şu şekilde koymuş: Sefine-i Evliya-yı Ebrar Şerh-i Esmâr-ı Esrar 1316 (190O) yılında İstanbul’da basılmış ve yalnızca orta boy 54 sayfa. Evet 54 sayfalık metne 2500 sayfalık şerh! Yazarın mukaddimesine yazdığı birkaç satır yolumuzu aydınlatıyor; unuttuğumuz bazı noktaları kuvvetle hatırlıyoruz.

Prof. Dr. Ömer Türker’in “Halk Teorisi” (Yoktan Yaratma) yazısından alıntılar

 

Yazının özü: Bütün âlemin Tanrı tarafından mutlak yokluktan yaratıldığını dile getiren teoridir. Âlemin nasıl meydana geldiği sorusuna cevap olarak geliştirilmiştir. Dolayısıyla Tanrı-âlem ilişkisi sorununu çözmeyi amaçlar. Aynı zamanda yaratılışla ilgili âyet ve hadislerin de tefsiri işlevi görür. İslâm düşünce geleneğinin bütün dönemlerinde en yaygın kabul edilen teoridir.