İkinci taayyün (belirme) mertebesi, vâhidiyet mertebesi

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî’nin FUSÛSU’L-HİKEM isimli eserinin Türkçe Tercüme ve Şerhi’nin (AHMED AVNİ KONUK) Yayına hazırlanmış (Prof. Dr. Mustafa Tahralı -Dr. Selçuk Eraydın) I. Cildinden (İFAV, Yedinci Baskı 2017) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Vücûd (Varlık), ilk belirme mertebesinde isimlerini ve sıfatlarını mücmelen (öz olarak) bilmekle beraber bu isimler ve sıfatlarının gerektirdiği küllî ve cüz’î sûretlerin tüm manâları, bu ikinci belirme mertebesinde ayrılırlar. Kevnî (varlıkla ilgili) şeyler hakikatlerinden ibâret olan bu sûretlerden her birinin gerek kendi zâtına ve gerek kendi zâtının emsâline aslâ şuûru (bilinci) yoktur. Zîrâ onların varlıkları ve farklılaşmaları ilmîdir.

“Metafizik ve Gayb”

 

2 aylık düşünce dergisi Teklif’te ( Sayı 4 / Temmuz 2022) çıkmış olan ve bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden Ömer Türker‘in o yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” (…) Metafizik üç temel kısımdan oluşur. Birincisi, umûr-ı âmme veya ontoloji olarak adlandırılan varlığın genel durumlarının ele alındığı kısımdır. Varlık, yokluk, imkân, zorunluluk, imkânsızlık, tümellik, tikellik, illiyet gibi meseleler bu kısımda ele alınır. Bu kısım, metafiziğin kapsamına giren tüm nesnelerle yani mevcutların tamamıyla ilgili olup esas itibariyle insan aklına çeşitli yollardan gelen veriler üzerinde tefekkür edilmesiyle inşa edilir. Diğer deyişle bu kısımda, mantıksal tahliller yoğun olarak görülür. (…) Duyulardan gelen verileri işleyerek onların imkân, imkânsız veya zorunluluk kategorilerinden birine girdiğini yahut nedensel ilişkilere konu olup olmadığını akıl idrâk eder. Bu anlamda bir şeyin zorunluluğu, imkânı, sebep ve sonuç oluşu görülmez, işitilmez, tadılmaz, koklanmaz, dokunulmaz yahut bunlara benzer şekilde hayâlin idrâkine konu olamaz. Genel meseleler kapsamına girenler, belirli bir nesne olarak alâîgıya konu olmadığından saf nazarî (kuramsal) olarak idrâk edilirler. Fakat aşağıda belirtileceği üzere Meşşâî filozofların kullandığı anlamda nefsin veya aklın idrâkine konu olan verilerin duyu araçlarının getirdikleriyle sınırlı olup olmadığı tartışması ontoloji tartışmalarını etkiler.

Abdurrahman Sami Efendi’nin bir şiiri

 

Prof.Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın “Anadolu Tasavvuf Tarihine Notlar -II- HALVETÎ-UŞŞÂKÎLER kitabından (SUFİ KİTAP, 1. baskı Eylül 2016, İstanbul) başlıkta belirttiğim şiir bu yazıyı oluşturacak. Şiir Farsça aslı yanı sıra Türkçe tercümesiyle de yayınlanmış kitapta. Ben de şiiri Türkçe tercümesiyle yazdım.

” Varoluşun alçak sarhoşluğu kapatır vuslat kapısın / Nasıl istersin bu yolla Hazretin nûr cemâlin / Yemek, şu, hava ve ateş önünde seddir yârin haremin / Bu hediyyeler salar seni içine hayranlık dolu gurbet vâdisin / Eğer hicrânından daim yanmadaysan Güzeller Güzelinin / Güzelliğinin yakıcı ışığı karşısında, heba et gitsin sana hediye edilmiş cismin / Eğer gözden bir damla su akmıyorsa aşkına o dostun cemâlin / O zaman visâline nasıl yol bulabilirsin ki vahdet denizin / Ey Güzeller Güzeli haykırdım aşkın feryadı ile ta dehlizlerinden kalbimin / Ne olur bu uzaklıktan kurtar vesilesi ile bir yakıcı visâlin / Bu vuslatın mehiri denilmiş feda olmaktır uğruna senin tatlı cânın / Sâmi, bu pazarda hiç kıymeti olmaz âh u figânın “

Prof.Dr. Ömer Türker’den düşünceler

 

2 aylık düşünce dergisi Teklif’ten (Mayıs 2023/ Sayı 9) :

“İslâm ümmetinin gerçekten modern dönemde bütün araçlarıyla ve o araçları temin eden alt yapısıyla yeniden düşünmesi ve kendisini yenilemesi gerekiyor. Mesela sadece pratiğe indirgenmiş bir tasavvuf, artık bu işlevi görmüyor. Sadece metinlere indirgenmiş bir ilahiyatçılık bu işlevi görmüyor. Sadece başkaları üzerinden bilgi aktarımını temin eden bilimler bu işlevi görmüyor.”

” Bilgiyi kendi tecrübelerimize istinad ederek yeniden kavramamız gerekiyor. Tabii bunun pratik neticeleri var. Özelde Türkiye’de alanlarımız neyse o alanlarımızın tecrübeyle ilişkisinin çok güçlü kurulması lâzım.”

“Ve kân’ Allâhu bi-külli şey’in muhîtâ (Nisâ,4/126)

 

Bu kerîm âyete göre “Allah her şeyi, yani bütün varlıkları, hem ilmiyle ve hem de varlığıyla kuşatmıştır. Şu halde herhangi bir varlığın (vücûd: varlık) Hakk’ın varlığı hâricinde bağımsız bir varlığı yoktur. Eğer O’nun varlığı hâricinde herhangi bir şey olabilseydi, O’nun sonsuz olan varlığına bir sınır çizilmiş olurdu ki, mutlak varlık hakkında bunun tasavvur edilmesi mümkün değildir. O halde mutlak olan varlık birdir, sonsuzdur ve O’nun hâricinde, yani varlığının kuşatmamış olduğu herhangi bir bağımsız varlık yoktur.

İbn Arabî Fusûsu’l-Hikem‘de şöyle demektedir: “Ey eşyâyı (şeyleri) kendi nefsinde halk eden! Sen halk ettiğin şeyi câmi’sin (toplayıcısın). Varlığı sonlu olmayan şeyi sen varlığında halk edersin”

“Şu halde tabiat kimdir ve ondan zâhir olan nedir? Ve biz onu kendisinden zâhir olan şeyle nâkıs (noksan olan); ve zâhir olan şeyin ademi (yokluğu) ile zâid (artan) olduğunu görmedik. Ve zâhir olan şey onun gayri (dışında) değildir. Ve sûretlerin ihtilâfından ötürü onun üzerine bu, bârid (soğuk) ve (yâbistir) kurudur; ve bu hârr u yâbistir (sıcak ve kurudur) diye hüküm ile berâber, zâhir olan şey onun aynı değildir. Böyle olunca tabiat yebsi (kuruluğu) topladı; ve bundan gayrisini (başkasını) da ayırdı. Halbuki câmi’ (toplayıcı) olan tabiattır. Hayır, belki ayn tabiattır. Dolayısıyla tabiat âlemi, bir âyinede olan sûretlerdir. Hayır, belki muhtelif âyinelerde olan bir sûrettir. Şu halde teferruk-ı nazardan dolayı ( bakış ayrılığından dolayı), ancak hayret vardır.”