“Tarihimiz Batılılaşmanın her türlü darbesiyle yaralıdır.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında çıkan 10 Ramazan 1445 (20 Mart 2024) tarihli ÖNCESİYLE VE SONRASIYLA ZADEGÂNLIK başlıklı yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?ld=218&/Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının sonuna yakın bir cümle alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“Avrupa’da millî kimlik bakımından ne zamanda olursa olsun öne çıkan kavimler kilise ile aristokrasinin dayanışması sonucu dikkat çekmişlerdir. Türklerin toplum yapısı bu bakımdan da Avrupa’ya yabancı ve giderek düşman konumdadır.”

“Türk düşüncesi diye bir düşünce yürüteceksek kalın Türklerin Avrupa’nın hem yabancısı ve hem de düşmanı olduğunu bilerek yürütmek zorundayız.”

“Başta Federal Almanya olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde beş milyondan fazla TC pasaportlu kimse yaşıyor. Onların birer Avrupalı gibi yaşadığını sanıyorsanız yanılırsınız. (…) Türk olduklarını farz ettiğimiz bu insanlar zamanında, yani 27 Mayıs 1960 askerî hareketinin anlamı sarahate kavuştuktan sonra Avrupa’ya ve bilhassa Alman topraklarına köle olarak teslim edilmişlerdir. (…) Daha iyisini bilmedikleri gettolarda yaşarlar ve kendini gerçek Avrupalı sayanlar tarafından hem içten, hem de dıştan tecrit edilmişlerdir. (…) Dıştan tecrit toplum hayatının her veçhesinde apaçık bellidir.

İbnü’l Arabî Sözlüğünden alıntılar

 

Suad El-Hakîm‘in İbnü’l Arabî Sözlüğü’nden (KABALCI YAYINEVİ, Birinci Baskı: Ağustos 2005; Çeviren: Prof.Dr. Ekrem Demirli ) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İbnü’l-Arabî insan hakikatinin ve insan-ı kâmilin simgesi olabilmesi için onu belirli bir zaman ve mekânda sınırlanmış şahsından ayırır. İnsan-ı kâmil bütün varlıklara dağılmış hakikatleri kendinde toplayıp böylece kevn-i câmî ( toplayıcı varlık) haline gelen kimsedir. O âlemin rûhu, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, Allah’ın kendisinden insan türünü yaratmış olduğu biricik nefstir. “Biz insanı kurumuş balçıktan yarattık.(15/26) “Biz insanı bir tînden yarattık.”(23/12) (tîn: incir) “Biz insanı nutfeden (dölsuyu/sperma) yarattık, onu imtihan etmekteyiz.” (76/2) “İnsanı bir kan pıhtısından(alak) yarattı.” (96/2) “İnsan cimri ve hırslı yaratılmıştır.” (70:19) “İmana sırt çevirip tersine gideni”-332 (70:17) “İnsan o emaneti yüklendi; o çok zâlim, çok câhildir.” (33:72) “İnsan zayıf/zaaflı yaratılmıştır.” (4:28)

“Üniversite” konulu bir Açık Oturum’dan alıntılar

 

Teklif isimli 2 aylık düşünce dergisi’nde (Mart 2023/ sayı 8) Üniversite konulu bir açık oturum vardı. Akademisyenler olarak Ahmet Ayhan Çitil, İbrahim Halil Üçer, İhsan Fazlıoğlu, Ömer Türker ve Tahsin Görgün’ün katılmış olduğu bu Açık Oturum’dan yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Misyonu, varlığını kendisine medyun olduğu toplumu bilgi konusu ve kaynağı olmaktan çok, malzeme olarak görüp, malzemesini içinde bulunduğu toplumdan alarak, onu sömürge düzeni veya dünya sistemine uyarlamak olan bir kurumun işi araştırma olamayacağı ve işinin en iyi ihtimalle eğitim olacağı; eğitimin de toplum içinden seçilmiş bi kesime, sömürgeci ülkelerin çıkarlarına -farkında olarak veya olmayarak- duyarlı belirli bir elit yetiştirmek olduğu söylenebilir.” (Tahsin Görgün)

“(…) Artık varlığı hikmet ile değil, var-olanları yarar ile gözetmek ve gözlemlemek esas oluyor. Bu ayrımı dikkate almadan çağdaş üniversiteyi tartışamayız diye düşünüyorum. Çünkü bizim kafamızda tortu halinde hâlâ bir hakikat araştırması olarak felsefe-bilim var; philosophia‘nın kadim anlamını muhafaza ediyor, zihnimizde taşıyoruz. Üstelik bir de bunu hikmet kavramıyla katıp karıştırmışız. Tartışmaları da bu içerik üzerinden yürütüyoruz; bu bence biraz sıkıntı yaratıyor. (…) Meselâ, Karl Jaspers’in 1969’da üniversite üzerine yaptığı bir değerlendirmede üniversitelerin görevini hakikati bilme yöntemini araştırma ve öğretme olarak vazeder. Fakat tartışmalarda Kant’dan gelen bir kavramın merkeze alınmaya başlandığı görülür: Araştırma. Yani hakikati bir yöntem eşliğinde yalnızca belirli bir kişinin, bir filozofun ya da bir hocanın etrafında toplanarak öğrenme değil araştırma. Nitekim 1809 yılında Humboldt’un Berlin Üniversitesi’nin kuruluş aşamasında hazırladığı proje/ arîzada esas vurguladığı bu; “Üniversitenin aslî görevlerinden birisi de araştırmadır.” Bugün de daha çok lafzî kalsa da üniversite denildiğinde öne çıkarılan bu. (…) Bu araştırmalarda nihâî hedef hakikat değil, yarar. (…) Kısaca bugünkü üniversitelerin birincil görevi araştırmak, bu araştırmanın çıktısı ise bilim ve teknolojidir yani teknoscience. Onun amacı da icat ve inşâ edilmiş hakikat kovuğunda tırnak içine alınmış insanı, elden geldiğince psişik açıdan mutlu, biyotik açıdan da maddî eksikliklerinden arındırılmış bir tekillik haline dönüştürmeye çalışmaktır.” (İhsan Fazlıoğlu)

“Ben de ikinizin söylediği şeylerden hareketle bir şeyler söylemek istiyorum. Dediğiniz gibi Bat üniversitesinde çok ciddî bir dönüşüm yaşanıyor. Bu tabii ki felsefedeki dönüşümün bir neticesi. İslâm medeniyetinde bilimlerin tasnifi konusundaki zirvemiz Taşköprülüzade’nin meşhur varlık mertebeleri yaklaşımına dayalı. O tasnifte aynî (hakikatle ilgili) olan esas, zihnî olan ikincil, hatta mecâzî anlamda varlık, ibârî olan ve kitâbî olanlar da daha sonra geliyor. (…) En temelde kendinde olanın, hakkın öğrenilmesi esas. Batı fikriyatı, fizikte elde ettiği başarıların neticesinde kesbettiği güvenle öncelikle varlıkta zihnî olanı, zamanla ibârî (lisanî) olanı ve hattâ sonuçta kitâbî (harfî) olanı merkeze geçirdiği çok ciddî bir dönüşüm sürecinde. Dolayısıyla üniversitenin ilgi alanı hakikat araştırması olmaktan, hakikatin keşfi olmaktan ya da tahkikten çıkıyor. Üniversite buna göre şekil alıyor. (…) Kant’a göre bazı şeyleri bilemeyeceğimiz çok açık. Yani ben kalkıp Tanrı’nın varlığını ispat edemem, Tanrı’nın bilimini yapamam, evrenin bütününün bilimini yapamam ya da tarihin, organizmanın, canlının bilimini yapamam, ama tezâhürler üzerine matematiğin imkânları ölçüsünde bir şeyler söyleyebilirim, olguları araştırabilirim. Zaten bu düşünüş biçimi zamanla evrilip bizim anladığımız manâda pozitivizmin öne çıkmasına vesile oluyor. Tüm araştırma çabalarının arka planında olguların araştırılması ve buradan hareketle teknoloji üretilmesi esas. Zihnimizde o eski tortular olduğu için, onları unutamadığımız için, onlarla rahat ettiğimiz ve hâlâ onlarla birlikte yaşamakta olduğumuz için üniversitenin mevcut yapısı içerisinde kendimizi rahat hissetmiyoruz. Bir ilgi kaybımız da var; yani akademide araştırmalar, hayatımızı idame ettirmek için katıldığımız etkinlikler, ama bu araştırmaların bize bir hikmet sağlayacağını, kurtuluşumuza vesile olacağını düşünmüyoruz. Müslümanların üniversite ile ilişkisi çok eğreti biçimde kuruluyor. Tabiri caizse üniversite mekânı içerisinde takılıyoruz, kendimizi o mekâna gerçekten ait hissetmiyoruz. Tabii zaman da geriye çeviremiyoruz. Bilimlerin, bilginin geldiği bir yer var ve bunu inkâr edemiyoruz. Dolayısıyla belki esas sorulması gereken soru şu: Biz bilimlerin, bilginin, üniversitenin geldiği bu nokta ile yeniden nasıl irtibat kuracağız, nasıl tekrar oyuna döneceğiz ve belki o bahsi geçen tortu ile bugün gelinen noktadaki yeni tortuları mezcedip, her şeyi derli toplu bir biçimde yerli yerine koyacak yeni bir üniversiteyi nasıl inşa edeceğiz? (…) Benim konuya bakışım aslında bu arka planda, dergimizin adı da Teklif malum, nasıl bir teklif getireceğimizle ilgili. Eskiyi unutmadan, onu hatırlayarak ama aynı zamanda bugünkü üniversitenin de geldiği noktayı dikkate alarak nasıl yolumuza devam edeceğiz. Düşüncem aslında bunu düşünme ve konuşma gereği odaklı.

Fîhi Mâ Fîh’ den alıntılar

 

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN RÛMÎ ‘nin bu eserinden ( Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık, 8. Baskı; İstanbul, 2009) yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Gönül ya Mevlâ’yı, ya da dünyâyı sever. İlâhî irâdeye bağlanan gönül, dünya esâretinden kurtulur. Bu durumda kul, Allah Teâlâ’ya olan ihtiyacını devamlı hisseder. Muallim Nâcî bu hususu bir beytiyle şu tarzda özetlemiştir: “Zengin sanırız kendimizi lîk (lâkin) fakîriz, Hürrüz deriz ammâ ki, hakîkatte esîriz!” Bu mertebede kul henüz ikilikten kurtulmuş değildir. Tasavvuf ıstılâhında (terminolojisinde) buna fark hâli denir. Kur’ân-ı Kerîm’de “İyyâke na’budü” (Ancak sana ibâdet ederiz) (Fâtihâ, 1/5) bu makama işârettir. Cem ve Cem’u’l-cem hâli Ve iyyâke nestaîn (Ancak senden yardım bekleriz) (Fâtihâ, 1/5) dir ki, cânı cânâna verip âzâde olmaktır. Muhabbet ikiliği mûcibdir. Bir âlem vardır ki, orada ikilik yoktur. Oraya ulaşıldığında ikilik kalmaz. Mîrâc, benliğin fenâsıdır. (fenâ: ‘bekâ’ nın karşıtı; fânî olma.) İkilikten ibâret olan ilk âlem aşktır. Hak Mansûr’un muhabbeti nihâî dereceye ulaşınca kendisine düşman oldu ve kendisini ma’dûm (yok olan) kılıp Ene’l-Hakyani, “ben fânî oldum, Hak kaldı” dedi. Tevâzu’un ulaştığı son nokta ene=beni yok kabûl etmek ve bu yokluğu yaşamaktır. Davâ ve tekebbür “Sen Hudâ’sın ve ben kulum” demektir ki, ikiliktir. Mevlânâ’ya göre “Hüve’l-Hak= O Hak’dır” demek dahi ikiliktir. “Ene’l-Hak” sözü -mutlak olarak- Hakk’a aittir; çünkü O’ndan başka bir hakiki mevcûd düşünmek muhâldir.

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III’den alıntılar

 

1.”Allah Teâlâ bizi adem(yokluk) zulmetinden vücûd (varlık) nûruna çıkardı, bir nûr olduk.” (Fütûhât, 3/412) (s.39)

“Allah bütün mevcutlarda münbasıt olan (yayılan, açılan) Nur’dur ki, buna vücûd (varlık) nûruismi verilir.” (Fütûhat, 2/241) (s.39)

“Halkın mebdei; veya taayyünlerin zuhûru kendisiyle olan nûr. Bu manâda Fütûhat’taki şu cümleler zikredilebilir: buradaki (s.39) ilk ve ikinci alıntılar.