İkinci taayyün (belirme) mertebesi, vâhidiyet mertebesi

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî’nin FUSÛSU’L-HİKEM isimli eserinin Türkçe Tercüme ve Şerhi’nin (AHMED AVNİ KONUK) Yayına hazırlanmış (Prof. Dr. Mustafa Tahralı -Dr. Selçuk Eraydın) I. Cildinden (İFAV, Yedinci Baskı 2017) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Vücûd (Varlık), ilk belirme mertebesinde isimlerini ve sıfatlarını mücmelen (öz olarak) bilmekle beraber bu isimler ve sıfatlarının gerektirdiği küllî ve cüz’î sûretlerin tüm manâları, bu ikinci belirme mertebesinde ayrılırlar. Kevnî (varlıkla ilgili) şeyler hakikatlerinden ibâret olan bu sûretlerden her birinin gerek kendi zâtına ve gerek kendi zâtının emsâline aslâ şuûru (bilinci) yoktur. Zîrâ onların varlıkları ve farklılaşmaları ilmîdir.

“Sâbit hakikatler, esmâî ilmî sûretlerden ibâret olduklarından, haricî varlıkları yoktur. Yani bunlar ‘yapılarak’ meydana getirilmiş şeyler değildir. Zîrâ zâtî şuûnâtdan (şe’nlerden/işlerden) ibârettirler. Ve şuunât zâtın gereği olanlardır ve zât ile birlikte kadîmdir ; ve zâtî şuûnât bir câ’ilin (kılıcının / yapıcının kendi câ’li ile mec’ûlen(kılınmış olarak) mevcut olmadıkları gibi bir müessirin (etkin’in) etkisi altında da değildirler. Mâdemki varlık zâtı mevcuttur, elbette onlar da O’nunla birlikte mevcûttur. (…)

Şu halde ‘zât’, ‘sıfat’ ve ‘isim’ aralarında zuhûr ve butûn (zâhirlik ve bâtınlık) nisbetleri olduğu ve zuhûr kavramı, butûn kavramının gayri olduğu cihetle, bu itibarla bunların aralarında mugâyeret (başkalık, gayrilik) olur. Velâkin ‘sıfat’ mutlak zâtın zuhûr mertebesinde özel tecellî ile tecellîsinden ibaret olduğu o özel tecellî mutlak zâtı üzerine eklenen olmadığı cihetle, bu itibara göre zâtın hakikati olur. İlâhî sıfatlar ve isimler külliyâtı itibariyle sayılabilirdir. Nitekim esmâ-yı hüsnâ-yı ma’dûde (sayılabilir esmâ-yı hüsnâ) kırâat olunur; fakat tikelliği itibariyle sayılamaz ve hesap edilemezdir. (…)”

Sıfât ve Esmâ (Sıfatlar ve İsimler)

“Bilinsin ki, eşyânın (şeylerin) mebdei (aslı) olan vücûd (varlık) hayat gerçeğidir; zîrâ hareketlidir ve onda aslâ sükaûn yoktur. Eğer sükûn olsaydı adem (yokluk) olur ve ondan aslâ bir şey çıkmazdı. Zîrâ tabiî hikmet ulemâsının şu: Hiçbir şey bilâ-sebeb (sebepsiz) sükûnetini harekete ve hareketini de sükûnete tebdîl edemez (dönüştüremez)” düstûruna bakarak, eğer bi’l- cümle eşyânın mebdei (başlangıcı) olan vücûd-ı hakîkîde (gerçek varlıkta) hayat olmasa, o varlığın sükûneti herekete gelmek için hiçbir sebep mevcut olmamış olur. Ve hareket sebebi mevcûd olmayınca, hareketten görünür olan suver-i avâlim (âlemler sûretleri) tekevvün edememek (oluşamamak) gerekirdi. İmdi (Şu halde) aklen ve ilmen anlaşıldı ki, vücûdun muhtelif mertebelerdeki tecelliyâtı

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked