Sıradışı saydığım iki gazete yazısından…
“(…) “Dînî-dünyevî” farkı o kadar sert işlenmiştir ki, ideolojilerin teolojilerden derin ve esaslı bir kopuş olduğu sanısı yaygınlaşmış; tartışılmaz bir ön-kabûl hâline gelmiştir.
Hâlbuki, târihsel-kültürel kodların ne inşâsı ne de aşılması bir basitlemenin konusu olabilir. Kodun içini değiştirmek nispeten kolaydır. Ama kodun ortadan kaldırılması ve yeni bir kod oluşturmak o kadar da kolay olmasa gerekir. Târih nihâyetinde bir birikimdir. Bu birikim bir tarafıyla “birikmiş”; diğer tarafıyla da “eklenmiş” unsurlardan oluşuyor. Târihsel insanlık durumları “birikmiş” ve “eklenmiş” unsurların , çoğu defâ öngörülmesi zor, beklenmedik ; belki de tuhaf “eşlenmelerinden” doğuyor. Bu manâda “geleneksel” ve “modern” dünyâlar arasında “eşlenmeli geçişlerden” bahsedilebilir. Buna göre teoloji “birikmiş”; ideoloji ise “eklenmiş “olandır. Eşlenme düzeyinde ise modern dünyâda geleneksel teolojilerin ideolojik bir söylem kazanabildiğini; ideolojilerin ise çoğunlukla teolojik yapılara evrilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
19. Yüzyıl’da zirve yapmış olan ideolojik şişme, zihinsel bir şehvetin konusudur. Bu, insan irâdesini, âdeta matematiksel kesinlikler gibi sunulan “ideolojik doğrular” üzerinden etkinleştirmek sûretiyle târihin “amacına” uygun hâle getirilmesi iddiasını doğurmuştur. Bu, temelde teolojik bir iddiadır. Kurtuluş düşüncesi ve beklentisi sâbittir. Fark bunun artık dünyevî bir eksende dile getirilmesidir.
Târih nihayetinde bir fenomenler silsilesi olarak tezâhür ediyor. Dolayısıyla, ona matematik kesinlikler kazandırmak bugüne kadar mümkün olamamıştır. Bu o kadar karakteristik bir durumdur ki; târihin sonuna gelindiği düşüncesini ancak târihin matematik bir kesinliğe ulaşması ihtimâlinin gerçeklik kazanması durumunda, kabûl edilebiliriz.
Bu da doğrusu ne kadar “târihsel” bir değer taşır, bilemem. (…)
1 Mayıs törenlerini göz ucuyla TV’den izlerken aklıma üşüşen fikirler bunlardı. 1 Mayıs’ların kutlanmaya başladığı günleri çok berrak hatırlıyorum. Meydanlardaki heyecan ve kitlelerin “daha iyi” bir geleceğe olan inançlarının zirve yaptığı günler miydi onlar? Yeni nesilleri kandırmak isteyen “eski tüfekler” herşeyin aynı; hattâ daha güzel olduğunu söyleyeceklerdir. Zaman içinde umutlarını kaybetmiş olanlar ise iç çekerek “ahhh nerede eski 1 Mayıslar” diye sızlanacaklardır. İdeolojileri aşındıran, inandırıcılığını ortada kaldıran yeni dünyâda ilkini söylemek, halâ ideolojiktir. Ama tuhaf olan, dünyâya ve hayâta rağmen ideolojilerde ısrar etmek teolojik hâlin, üslupta sözüm ona devrimci; ama içerikte en muhafazakâr düzeyde sürdürülmesidir. (…) Bugün devrimcilik artık teolojik tekâmülünü tamamlamış bir muhazakârlıktan başka bir şey değil. “İnadına şu”, “inadına bu” gibi sloganlar bu muhafazakârlığın söyleme taşmış hâlleri değilse nedir? (…)
Diğeri ise ideolojik değil, nostaljik.. Eminim bugün onların bir kısmı da , eski demleri anmak, eski dostlarla buluşmak adına meydanlardadır. Kutlamalardan sonra bir kısım gençlerle bir-iki tek atıp onlara “eski 1 Mayısları anlatmak” fena bir pazar deneyimi olmasa gerekir… (…)
1 Mayıs’tan 2 Mayıs’a hiçbir şeyin kalmadığı tuhaf bir dünyâ bu. Evet, bugün 2 Mayıs Pazartesi, ne yapıyoruz?…“ (Süleyman Seyfi Öğün)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
“(…) “Merhametini yitirmiş bir kalbe acılar nasıl anlatılabilir? Gözünü kazanmaya dikmiş bir hırsla, hangi dilden konuşulabilir? Hayatın her şeyi saran katılığı nasıl giderilebilir? Çaresizliğin çaresi nasıl bulunabilir? Gün günden kendini eksiltmekte olan insan, yeniden nasıl tamamlanabilir?”
“Hayatın öz düzenini tanımayanlar, şartları kendilerine doğru yontarak yeni bir düzen kurmak istiyor. Hayatın fıtratına uymayı içlerine sindiremiyor, her şeyin kendi heva ve heveslerine uygun bir hale gelmesini sağlamaya çalışıyorlar. İnsanlığın ortak menfaatlerinin yerine, kendi kirli menfaatlerini koymanın yolunu arıyorlar. Ezerek, sömürerek, çalıp çırparak edindikleri güce tapıyor, bu güçle bütün insanlığı parmaklarında oynatmak istiyorlar. Önlerine kim çıkarsa çıksın ezip geçmeye çalışıyorlar. İçlerini o kadar ihtirasla, kinle, öfkeyle dolduruyorlar ki, kendilerinin de insan olduğunu unutuyorlar. Tahrip edilenin hayatın bütünü olduğunu ve yaşanmaz hale getirdikleri her şeyi kendi hayatlarından da çaldıklarını göremiyorlar. Herkesi silip yok etseler, kendilerine kalacak olanın koca bir bataklık olacağını kestiremiyorlar. Geçmişi ve geleceği düşünemiyorlar. Kötülüğün evvelki kavimlerinin başlarına gelenlerden ders almıyorlar. Şeytani bir açlıkla sadece saldırıyor, yakıyor, yıkıyor, yok ediyorlar. Adaleti yürürlükten kaldırıyorlar, zulmü hakim kılıyorlar.”
(…)
Yıllar önce yazdığım bu satırları, yıllar sonra aslında hiçbir şeyin değişmediğini ifade edebilmek için buraya alıntılamış değilim. Aksine, biz farkında olmasak da bir şeyler değişiyor. Neyin değiştiğini bilemesek, hissedemesek de hayatın tabiatı, yani Allah’ın sünneti sebebiyle mutlaka bir şeyler değişiyor. Evet zalim yine zalim, mazlum yine mazlum… Acılar yine içimizi yakıyor ve aynalarda kendi yüzlerimize bakmakta zorlanıyoruz. Buna rağmen insanlığın derin katmanlarında, kalplerin saklı köşelerinde bir şeyler değişiyor. Artık zulme doğrudan muhatap olmayanların kalplerinde de yaşananların adı konuyor. Dünyanın döndüğünü bildiğimiz halde bunu nasıl hissedemiyorsak, kalplerde her şeyin yerli yerine konmakta olduğunu da hissedemiyoruz. Çünkü hakikat sözünü yavaş söylüyor, zulüm mazlumların canı üzerinden kendini ele veriyor, mahkûm oluyor. Biz adeta bir hızlı gösterimde yaşadığımızdan farkına varamıyoruz olan bitenin. (…)“ (Gökhan Özcan)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
No Comments