“Sömürge Aracı Olarak Medeniyet”

 

“Medenîliğin ölçütü olarak kabul edilen bilim, teknoloji ve sanayi modern Batı’da ortaya çıktığından, Batılı olmayan toplumlar medenîleşmek için Batılılaşma yolunu seçmek zorundaydılar. Bunun sonucu olarak Avrupa-merkezcilik ve emperyalizm, modern medeniyetin mütemmim (tamamlayıcı) cüzleri (kısımları) haline geldi. Napolyon 1798 Mısır Seferi’ne çıkarken askerlerine şöyle sesleniyordu: “Askerler! Medeniyet için sayısız sonuçları olacak bir fetih için yola çıkıyorsunuz.” (dipnot: Aktaran Elias, The Civilizing Process, s. 41) Napolyon’un bu ifadesi 19. ve 20. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğinin bir özeti mahiyetindedir.”

“Emperyalizm, hiçbir zaman sadece ülkelerin işgalinden ve kaynaklarının sömürülmesinden ibaret olmamıştır.” (…) “İlerleme, medeniyet, çağdaşlık, kültürel ve sınıfsal üstünlük, estetik, ilkellik, yabanîlik, geri kalmışlık, insanlığa hizmet gibi kavramlar, emperyalist düşüncenin sıkça başvurduğu araçlardır.” Bu kavramlar ve kelimeler siyasetçiler, diplomatlar, akademisyenler, gazeteciler, misyonerler, kanaat önderleri, iş adamları vd. aktörler tarafından inşa ve istimal edilirken amaç, emperyalizmin iki işlevinin olduğunu ispat etmektir. Bir tarafta Avrupa ulus-devletlerine ekonomik katkı sağlamak diğer tarafta kolonileri medenîleştirmek. Onlar için bu bir kazan-kazan durumudur. Zira kolonilerde yaşayan geri kalmış, ilkel ve yabani toplumların kendi başlarına medeniyet trenine binmesi mümkün değildir. Ehil ve âlicenap (cömert, şerefli) birinin onların elinden tutması gerekir. Bu ise, Tanrı’nın tarihî bir misyonla diğer toplumlara üstün kıldığı Avrupalılardan başkası değildir.”

“Emperyalizm, bedenden önce ruhların köleleştirilmesi programıdır. (…) İngiliz İmparatorluğu’nun Hindistan valisi olarak görev yapan Lord Curzon da sömürgeciliğe tarihî, metafizik ve ahlâkî bir anlam yükler: “Emperyalizm, bizim için bir güç ve disiplin, başkaları (sömürgeleştirilenler) için ahlâkî ve maddî nimet kaynağı olan ilâhî bir kaderdir.” (dipnot: Aktaran Raymond F. Betts, The False Dawn: European İmperialism in The Nineteenth Century (Oxford: Oxford University Press,1976), s. 13 ve 19.)

“Fransa için Cezayir’e, Belçika için Kongo’ya, İngiltere için Hindistan’a sahip olmak, büyüklük ve genişlik duygusunun vazgeçilmez unsuruydu. Fakat büyüklük, sadece geniş topraklara sahip olmak değildir, aynı zamanda büyük bir kültüre, vizyona, medeniyete vs. ye de malik olmak anlamına gelir. Örneğin İngiltere gibi bir ada ülkesinin insanlığa sunacağı şeyler, sadece deniz gücünden ve ticaretten ibaret olamazdı. Fransa, dili ve kültürüyle bütün insanlığa hizmet edebilmeliydi. Batı’nın Yahudi- Hıristiyan ve seküler medeniyeti, Avrupa ile sınırlı kalmayacak kadar büyük ve önemli bir hazineydi. (…) 1860’lı yıllarda Greater Britain adlı popüler kitabın yazarı Sır Charles Dilke, bu durumu şöyle özetliyordu: “Hindistan’a sahip olmak, bize muazzam bir genişlik unsuru verir ki bu unsur, bu çağda düşüncenin derinliğini ve amacı(mızı)n asaletini teminat altına almak için gereklidir.”(dipnot: Aktaran, Betts, The False Dawn, s. 17) Kendi toplumlarını küçük, sıkıcı ve banal bulan Avrupalı aydınlar, bu kolonyal genişlik fikri üzerinden kendilerine yeni düşünsel fetih alanları açma imkânına sahip oluyorlardı. İngiliz sömürgesi Hindistan ve Fransız kolonisi Afrika, Avrupa aklının ve medeniyetinin geri, yabanî fakat bir o kadar da çekici ve esrârengiz Doğu toplumlarına sunulması ve denenmesi için bir fırsat demekti. Avrupa’nın sömürgeleştirdiği bu koloniler olmadan Avrupa düşüncesi, medeniyeti, aklı ve estetiği elbette eksik kalırdı. Sömürgecilik, modern Avrupa’nın kendini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu bir kaynaktı. Sömürgeleştirilmiş öteki üzerinden kurulan muhayyel kimlikler, Avrupalı aydınların kendilerini daha iyi ve daha üstün hissetmelerine de katkı sağlıyordu. Avrupalı milletlerin kendi aralarında gözetmek durumunda oldukları eşitlik ilkesi, Batılı olmayan toplumlar için geçerli değildi. Üstün olanın, aşağı ve geri olana ikramda bulunması, üstünlük ve âlicenaplık hissinin en somut göstergesiydi.

Doğu’nun romantize edilmesi de bu zihnî sürecin sonuçlarından biridir. Genel anlamda Batılı olmayan toplumları ifade eden Doğu kavramı, zamanla farklı coğrafî anlamlar kazanmıştır. Bazen Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu ifade ederken bazen Çin ve Uzak Doğu’yu işaret etmiştir. Bu toplumlar arasındaki büyük tarihî, dinî ve kültürel farklılıklar, asimile edici Doğu kavramıyla birlikte ortadan kalkar. Doğu, olduğundan daha romantik, egzotik, mistik ve fantastik gösterilir zira gerçek ve sıradan bir Doğu’nun Batı muhayyilesi için bir cazibesi yoktur. Medenîleştirilmesi, bunun için de sömürgeleştirilmesi gereken Doğu, Batı’da olmayan birtakım özelliklere sahip olmalıdır. Fakat bu özellikler, Doğu’nun daha aşağı, geri ve ilkel olduğunu teyid etmelidir. Bu yüzden yüzlerce yıllık bir metafizik ve matematik geleneğine sahip olan Hint düşüncesinde öne çıkarılması gereken şey, bilimsel ve felsefî çalışmalar değil, mitolojidir. Hint mitolojisi ve halk dinî, Hindistan coğrafyasının ne kadar akıldan uzak ve geri olduğunu teyid etmek için elverişli bir araçtır. Oysa Yunan mitolojisi, en az Hint mitolojisi kadar ve belki de ondan daha karmaşık bir yapıya ve uzun tarihe sahiptir. Fakat kimse Yunan mitolojisini bir akıl-dışılık ve geri kalmışlık göstergesi olarak ele almaz. Bu gelenekler ancak Doğu’da, Batılı olmayan toplumlarda karşımıza çıkan akıl ve medeniyet-öncesi ilkel inanış biçimleridir. Bu iddianın 19. yüzyıldaki işlevi ise Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine meşruiyet sağlamaktır. Aynı şey Avrupa’nın Afrika, Orta-doğu ve Asya toplumlarına bakışı için de geçerlidir.

Siyasî alanda Doğu despotik, baskıcı, kapalı, gerici vs. gösterilmelidir ki, aydınlanmış medenî Avrupa’nın emperyalist müdahalesi meşru ve anlamlı hale gelsin. (…)

Anlam alanı bu şekilde daraltılan ve Avrupa’nın modernleşme süreciyle özdeşleştirilen medeniyet kavramı, Batılı olmayan toplumların kültürel tercihlerini ve tarihî birikimlerini yok sayan bir işleve sahip olmuştur. Medenî olmak, modern seküler Avrupa’nın sahip olduğu imkân ve değerler etrafında tanımlandığında, insanlığın çok önemli bir kısmı kaçınılmaz olarak medeniyet dairesinin dışına çıkmış olur. Macaulay’ın İngilizleştirme önerisi, medenîleştirme misyonunun bir başka versiyonudur. Hindistan’da yaşayan büyük kitlenin kanını, ırkını ve rengini değiştirmek mümkün değildir. Fakat onları medeniyet seviyesine çıkaracak temel özelliklerini yani “zevklerini, kanaatlerini, ahlâklarını ve akıllarını” eğitim yoluyla dönüştürmek ve İngilizleştirmek mümkündür. Macaulay dil ile kültürel değişim ve sömürgecilik arasındaki yakın ilişkiyi şöyle formüle eder: “İngilizce eğitimi alan hiçbir Hindu’nun dinine samimi olarak bağlı kalması mümkün değildir. Kesin inancım odur ki eğer eğitim planlarımız uygulanırsa, otuz yıl içinde saygın sınıflar arasında tek bir puta tapar kalmayacaktır. (dipnot: Nakleden Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on The Origin and spread of Nationalism (Verso, 1991).

“(…) Batı medeniyetinin kendini korumak için dünya düzenine hâkim olması ve güç kullanması gerektiğini savunan görüşlere sıkça rastlamaktayız. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bu görüşü savunan neo-kon kesimler, bu tezlerini derin ve keskin bir İslâm karşıtlığı üzerinden meşrulaştırmağa çalışmaktalar. Bunun temel birkaç sebebi var. Birincisi İslâm’ın ve Müslümanların ötekileştirilmesi, siyasi ve toplumsal sorunların ötelenmesi için elverişli bir enstrüman olarak işlev görmektedir. Gayr-ı insânî ve şeytanî bir varlık haline getirilen İslâm ve Müslümanlar, Batı toplumlarındaki gelir adaletsizliği, bencillik, ailenin çöküşü, inançların zayıflaması, cinsel sapkınlık, uyuşturucu, adî suçlar vb. sorunların dahi müsebbibi olarak takdim edilmekteler. Böylece benin yaşadığı reel sorunların kökenlerine inmek yerine, bir öteki vasıtasıyla sorunlar ötelenmekte ve sahte bir “rahatlama ve kendini iyi hissetme” duygusu topluma aşılanmaktadır. “Barbarlar geliyor!” naralarıyla Batı toplumlarını İslam’a ve Müslümanlara karşı kışkırtan çevrelerin başlıca hedefi bir korku, şüphe ve nefret iklimi yaratarak kendi inanç sistemlerini sorgulanamaz kılmaktır. Onlara göre medeniyeti ayakta tutmak için güç kullanmaktan ve dünya düzenine hâkim olmaktan başka bir yol yoktur. (…) “Kötülüğü iyilikle sav” ilkesi, her tür güç mücadelesinin merkezinde yer alması gereken siyasî ve ahlakî bir ilkedir. Düşmanla mücadele bahanesiyle kötülüğün sıradanlaştırılması, insanların ve toplumların kendilerine yapabilecekleri en büyük kötülüktür.” ( Bu yazıyı İbrahim Kalın‘ın “BARBAR-MODERN-MEDENÎ Medeniyet Üzerine Notlar” isimli Kitabının (İnsan Yayınları, Birinci Baskı 2018) SÖMÜRGE ARACI OLARAK MEDENİYET başlıklı bölümünden yaptığım alıntılamalar oluşturuyor.)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked