Söyleyecek sözü olanlardan sözler…
“ (…) Son zamanlarda toplumda yaşanan ahlaki çürüme ve toplumsal çözülmeye bakarak bireysel düzeyde davranış kodları üzerinden sıklıkla yapılan eleştiriler, Müslüman -muhafazakâr şair, sanatçılarda görülen içe kıvrık melankolinin farklı bir boyutudur. Olayı bireysel ahlak, savrulma boyutuna indirgeyen ve bununla sınırlayan ama sistem sorununu görmezden gelen eleştirel bakış açısı bir tür muhafazakâr ahlakçılıkla malul kalmaya mahkum.
(…)
Türkiye son dönemde çok hızlı bir değişim yaşıyor. Belki de modernleşme tarihimizin en hızlandırılmış dönemlerinden birinden geçiyoruz. Bunun sonuçları olarak yerleşik değerlerin, ilişkilerin, toplumsal hiyerarşinin hızla değişmesine hatta çökmesine tanık oluyoruz. Toplumsal değer yargıları, kültürel kodlar, ahlak ölçüleri de hem değişiyor, hem de çözülüyor. Yaşanmakta olan sosyolojinin konusuna giren bir toplumsal değişim meselesine indirgenemeyecek kadar derin ve çok boyutlu.
(…) Ancak yaşanmakta olan; toplumsalı aşan insan tekinin varoluşuna anlam katan değerlerin sarsılması, çözülmesi ve yerine ikame edilecek bir değerlerin olmamasıdır. İlahi ölçüye uygun ahlakın toplumsalın üstünde oluşu, tanıklık ettiğimiz sürecin tezahürleriyle en çarpıcı biçimde karşımıza çıkıyor.
(…)
Yani kapitalizmin ürettiği insan ve eşya ilişkisini, önerilen tüketim toplumunun tabulaştırdığı refah düzeyini sorgulamadan; yaşadığımız ve her geçen gün daha da şiddetlenerek sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağımız çözülmenin, anomi halinin doğasını kavramak ne mümkün.
(…)
“Ekonominin kuralı” şablonuyla nesnel bir hakikatmiş gibi dayatılan bu ideolojik ve son derece iki yüzlü sistemi sorgulamadan razı olmak sonuçlarını peşinen kabullenmek demektir. (…)“ (Akif Emre)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
“Strasbourg’daki toplantıda Sayın Ertuğrul Kürkçü , konuşmasını yapan Başbakan Sayın Davutoğlu’na içeriği hayli kışkırtıcı sayılabilecek bir soru yöneltti. Avrupa siyâsal kültürel gelenekleri îtibarıyla bu durum çok da yadırganabilecek bir durum değildir. “İçeriden”; yâni “bizim” taraftan bakıldığında ise bu değerlendirmeyi tekrarlamak kolay değil. Zeminin “yabancılarla” dolu olması “bizim” duygularımızı incitiyor. Bu hassasiyet , modernist entelektüeller tarafından “ilkel”, “ evrensel ilkelere aykırı” bulunuyor. Daha mühimi, “manâsız bir onur savaşı”, “bâzı meselelerimizi görmezden gelmek”, “üstünü örtmek” olarak nitelendiriliyor.
(…)
Ama bahsi geçen bu olayda bir farklılık vardı. Farklılık, Sayın Kürkçü’nün, her hâlinden, “Türkiye’nin karar alıcılarını” zor durumda bırakmayı hedeflediği belli olan sorusunun, muhtevâsı bir tarafa, “İngilizce” sorulmasıydı. Bu, herhangi bir zamanda olsaydı, o kadar mühim olmayabilirdi. Ama, Türkçe’nin Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde resmî dil olarak olarak kabûl edilmesinin hemen ardından yapılması “mânidardı”. Türkiyelileşme eksikliğini kabûl eden ve bunu telâfi etmeyi odağına alan bir partinin milletvekilinin, en azından bu konjonktürde daha hassas olmasını beklemek bir zorlama olmasa gerekir. Sayın Davutoğlu’nun, soruya cevap vermeden önce gâyet zarif bir şekilde bunu hatırlatması yerinde oldu. Tabîi ki bu, işin siyâsal cephesi. İşin bir de daha derinde olarak kültürel bir cephesi var.
(…) Bu kültürel “demokratikleşme”; dillerin, işi “yazar” (author) olanlarca işlenmesini, inceleştirilmesi misyonunu da anlamsızlaştırıyor. Herkesin yazar (writer) olduğu yerde yazara (author) ihtiyaç azalıyor. Diller gittikçe avâmîleşiyor. Bu, Fransızca, Almanca için de geçerli. İngilizce ise İngilizlerin İngilizcesi olmaktan çıkıyor ve dil demokratizminin ideal tipini veren Amerikanca’ya dönüşüyor. Bununla kalsa iyi: Amerikanca tek kutuplu dünyâda küresel bir “anadil” olmaya evriliyor. Ulusal diller Amerikanca’ya uyumlulaşıyor. Her geçen gün Japonlar, Araplar, İspanyolca konuşan cümle milletler, dillerinin biraz daha Amerikanca’sını konuşuyor. Yaşayan, ama tehlike altındaki dillerin kurtarılması, yeşertilmesi için sözüm ona büyük kaynakların harcandığı bir dünyâda , aslında dillerin rengi soluyor. Tuhaf bir dünyâ bu; bize kültürel farklılıkların kutsandığını zannettiriyor;ama dönüp baktığımızda müthiş bir düzleşme ve çölleşme çıkarıyor karşımıza.
(…) Osmanlıca’yı zengin bir Türkçe olarak görmemek ve onu tasfiye etmek çok, ama çok büyük bir târihsel hataydı. Britanya Kraliçesi’nin, İngilizce’nin hipotetik kuruluş tarihi kutlamalarında yaptığı konuşmayı hiç unutmuyorum: “Ben dünyânın en mutlu kraliçesiyim. Çünkü bu ülkenin diline dünyânın bütün dillerinden en az bir kelime girmiştir” diyordu.
Osmanlı Türkçesi’ne, başta edebiyâtı olmak üzere siyâsal endoktrinasyon yoluyla îtibar kaybettirildi. Arılanma ise çok küt ve kısır bir dili var etti. Dili etnikleştirme siyâsetleri, dil konusunu siyâsallaştırdı. Zaman zaman, “eğer, Arapça ve Farsça’nın yanısıra Balkanlar, Anadolu ve Mezopotamya’daki en az sekiz on otokton dilden beslenerek kompleksizce gelişen Osmanlı Türkçesi korunmuş olsaydı, bugün resmi dil tartışmalarında dile getirilen talepler bu kadar kolay ileri sürülebilir miydi?” diye sormaktan kendimi alamam.
(…) Bırakın bu topraklarda doğmuş olmayı büyük bir kadersizlik olarak gören Batıcılarımızı; en milliyetçimizden, en İslâmcısına kadar , herkes “yabancı dil” öğrenme yarışına girdik. Yabancı dil bilmiyor olmak en büyük millî ayıbımız hâline geldi. Gayrı millî bir durumun bu kadar millîleşmesi ne kadar tuhaf değil mi?
Peki bunca gayret, harcanan bunca kaynak sonunda ne oldu? Hemen bütün açıklığı ile söyleyelim: BECEREMEDİK. Hem kendi dilimizden olduk; hem de yerine tarzanca dışında bir şey koyamadık. Ama iddiamızdan vazgeçmiş değiliz. Bugün yabancı dil öğrenme yarışımız, bir yerden sonra artık onu öğrenememe yarışıdır. Yerlileşme, eğer isteniyorsa bu dil kompleksinin aşıldığı yerde başlayacaktır. Bu, elbette ki dil sekterliği değildir. Yabancı dilleri asla öğrenemeyeceğimiz, olsa olsa onlardan faydalanabileceğimiz düşüncesini özümsemek zorundayız. Tabii ki Sayın Kürkçü çok çirkin bir şey yaptı. Ama keşke herşey ona kızmakla hâllolsaydı“ (Süleyman Seyfi Öğün)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
No Comments